İktidarın hikâyesinin bittiği yer: Dezenformasyonla Mücadele Merkezi

İletişim Başkanlığı geçen hafta kendi bünyesinde bir ‘Dezenformasyonla Mücadele Merkezi’ kurulduğunu duyurdu. ‘Ülkemize karşı yürütülen sistematik saldırılara karşı koyacağı’ söylenen bu merkezin vazifesini nasıl göreceğine yönelik bir tafsilat yok. Zaten buna gerek de yok. Çünkü devletin dezenformasyona ve hakikate yönelik girişimleri doğası gereği sorunlu.

Yenal Bilgici yenalbilgici@gmail.com

1970’li yıllardan başlayarak Amerikan hükümetleriyle çalışan, özellikle Reagan ve baba-oğul Bush yönetimlerinde etkili olan dış politika analisti Stefan Halper, 2013’te Pentagon için bir rapor yazdı.

Stephan Halper

Halper, “China: The Three Warfares” (Çin: Üç Tarz-ı Harp) ismini verdiği bu raporda dünyanın yeni tür hikâyelerle nasıl kurulduğunu tarif ediyordu.

Top tüfek devrinin bir ölçüde bittiğini, gönüllere ve zihinlere girmenin de gerekli olduğunu yazıyordu Halper.

“Savaşları artık ordular değil hikâyeler kazanıyor” diyordu.

*

İyi hikâyeleri nerede bulacaksın? Nasıl yazacaksın?

Bu sadece siyasetin değil, her işin en önemli sorusu. Amerikan neoconlardan Rus şahinlere herkesin cevaplamaya çalıştığı bir soru.

Çünkü ikna etmek, iyi hikâye kurmaktan geçiyor. Reklamcıysan da siyasetçiysen de ikna etmen gerekiyor. “Sözün bittiği yerdeyiz” deyip bırakamazsın. Bırakırsan ‘rıza’ üretemezsin.

Rızanın İmalatı-Kitle Medyasının Ekonomi Politiği", Noam Chomsky, Edward Herman, Bgst yayınları, 478 syf., 2012

Siyasi hikâyelerin kilit noktası işte bu: Rıza üretimi. Bu kavramı daha 1922’de ortaya atan Amerikan gazeteci Walter Lippman, ona iktidarların hayatta kalmak ve güçlerini pekiştirmek için ihtiyaç duyduğunu anlatıyordu.

Rıza üretimi Lippmann’dan sonra da çok konuşuldu. Kimlerin nasıl rıza ürettiği araştırıldı. Bu konudaki eserlerin en popüleri dilbilimci/tarihçi Noam Chomsky ile iletişimci/ekonomist Edward Herman’ın beraber kaleme aldığı eser "Rızanın İmalatı-Kitle Medyasının Ekonomi Politiği" idi.

Chomsky ve Herman, sadece siyasetin değil kitle medyasının da rıza ürettiğini, devletin ve özel sektörün çıkarları ne gerekiyorsa, kitle medyasının onu yaptığını yazıyordu.

*

Çok ilginç günlerden geçiyoruz.

Rıza imalatı söz konusu olduğunda iktidar açısından iki büyük imtihan var.

Birincisi, rıza imalatını yirmi yıldır yaptığı gibi tam gaz devam ettirmek.

İkincisi, bu imalatın değişip dönüşen mecralarına hâkim olmak ve nizam vermek.

Ama AKP iktidarı iki konuda da derin ve varoluşsal bir kriz yaşıyor. Evvela şu: Rıza imalatının kenarından bile geçemiyor çünkü anlatacak bir hikâyesi yok, kalmadı.

Üstüne üstlük, bu imalatın yapıldığı mecraları da tüketti. Yıllar içinde hâkim olduğu konvansiyonel medya da, iktidar onu neredeyse tamamen ele geçirdikten sonra işlevsizleşti. Yani anlatacak bir hikâyesi olsaydı dahi, onu anlattığı mecra işe yaramayacaktı.

Gittikçe hantallaşan iktidar, yeni medyaya bir türlü uyanamadı. Önce onu tukaka etti, sonra onu kabul etti ama onun mantığını, işleyişini ve özellikle genç seçmen üzerindeki önemini bir türlü idrak edemedi.

Şimdi onunla mücadele ediyor.

Çünkü yeni medya, iktidarın rıza üretiminin yollarını tıkamakla kalmıyor, iktidar adaylarının rıza üretimine de meydan veriyor. İki kere tehlikeli!

*

İktidarın bugünkü meselesinin adı dezenformasyonla mücadele.

Demek ki iktidar, kendi söylemine göre, bile isteye yanıltıcı bilgi yayanlarla mücadele etmeyi amaçlıyor.

Önce bu doğrultuda bir yasa çıkarmayı hedefledi. Ama Meclis komisyonlarında tartışılan yasa tasarısı, gazetecilik faaliyetini neredeyse imkânsız hale getirdiğinden büyük gürültü kopardı ve şimdilik rafa kalktı.

Şimdi bir başka aşamadayız. Bu konuyu son yıllarda uhdesine almış görünen İletişim Başkanlığı, geçen hafta Başkan Fahrettin Altun’un bir Twitter mesajıyla birlikte ‘Dezenformasyonla Mücadele Merkezi’ kurulduğunu duyurdu

“Ülkemize karşı yürütülen sistematik dezenformasyon kampanyalarına karşı İletişim Başkanlığımız bünyesinde müstakil bir birim oluşturduk. Dezenformasyonla Mücadele Merkezi.”

Bu açıklamadan ne anlamalıyız? Öncelikle, ülkemize karşı ‘birilerinin’ bile isteye birtakım yanlış bilgiler yaydığını, yani dezenformasyon ürettiğini ve bunlarla artık -Cumhurbaşkanlığı’na bağlı bir birimde merkez kurulduğuna göre- resmi olarak mücadele edileceğini…

Peki nasıl?

Ve tam olarak kimlere karşı?

İşte bunu anlayamıyoruz.

Çünkü bunun ‘iletişimi’ nedense yapılmıyor.

*

İletişim Başkanlığı, bu konuda bizlere bir tweet’ten fazlasını vermiyor.

Devletin bu resmi biriminin sayfasına girdiğinizde, bir siyasi partinin yani AKP’nin Merkez Yürütme Kurulu’nun toplandığına ilişkin bir haber bulabiliyorsunuz ama kurulduğu ve başkanlığına atama yapıldığı anons edilen merkezle ilgili tafsilat bulamıyorsunuz.

Başkanlığın teşkilat şemasında bu birimin nereye oturduğunu merak ediyorsunuz ama ‘teşkilat şeması’ linkine tıklayınca, temel işlevi ve ismi ‘iletişim’ olan bu birimin ilgili sayfasının boş olduğunu da görüyorsunuz. Linkin karşılığı boş.

Ama sayfada biraz daha arama yaptığınızda bir buçuk sene öncesinden bir habere rastlıyorsunuz. Bu haberde İletişim Başkanlığı, sosyal medya yalanlarıyla mücadele için ‘Doğru mu?’ isimli bir ‘doğrulama platformu’ kurulduğunu duyuruyor.

Haberde, yine Altun’un ağzından şu sözlere yer verilmiş:

“Çok ama çok yakında yayına geçecek bu platform, hakikat mücadelemizin güçlü aygıtlarından biri olacak.”

*

Evet, bu bir hakikat mücadelesi. İletişim Başkanlığı kendini bu konuda taraf görüyor ve mücadelenin bir ucundan tutuyor.

Bense ortada ilginç bir soru olduğunu düşünüyorum: Devlet dezenformasyonla mücadele eder mi? Etmeli mi?

Neticede dezenformasyon olumsuz bir kavram; dezenformasyona hem bireysel hem toplumsal planda önlem alınması gerekiyor.

Ben de kendi kitabım ‘Memlekette Tuhaf Zamanlar’da yanlış bilginin son yirmi yıldır nelere yol açabileceğini ve nelere çoktan yol açtığını tespit etmeye ve aktarmaya çalışmıştım.

Ama…

Ama devletin dezenformasyonla mücadele için bir merkez kurması…

Bu bana en olmaması gereken hareket gibi görünüyor.

*

Neden mi?

Evvela pratik sorunlar var: Bu merkez dezenformasyonla nasıl mücadele edecek? Sonuçları, yaptırımları ne olacak? Hiçbir şey belli değil. Ortada hiçbir şeyin açıklanmadığı, keyfiyete bağlıymış gibi görünen bir durum var.

İkincisi de bununla bağlantılı.

Dezenformasyonun, bir anlamda ‘hakikat’in tespiti, bu güç devletin elindeyse zaten keyfiyetten ibarettir.

Başka güç odakları için de durum bu. Örneğin, Google’ın aramalarda neyi öne çıkarıp neyi arkaya düşürdüğü, neyi örtüp neyi gösterdiği de keyfiyettir, kendi standardizasyonudur. Facebook, Twitter… Hepsinin kendine göre ‘hakikat’, ‘dezenformasyon’, ‘mücadele’ ve ‘keyfiyet’ ölçüleri var.

Biz neticede Google’ın vatandaşı değiliz. Ne olursa olsun Google hayatımızı o denli belirlemiyor ve alternatifleri var.

Ama devlet gücünü elinde tutan iktidar, hakikate bir standart getirmeye çalışırsa… Hele dezenformasyonunun alasını öteden beri bizzat devletlerin ve onun istihbarat örgütlerinin yaptığı düşünülürse…

Bu çok sorunlu bir alan. Zira bu işin kaynağında devlet var; hâlâ da temel olarak devlet eliyle devam ediyor. Dezenformasyon, dünyanın her tarafında esas olarak bir devlet pratiğidir.

Ayrıca bizde iktidarın ‘hakikate’ ilişkin tekeli zaten sorunlu. En çok tartışılan güncel örnek de TÜİK’in istatistikleri…

Bir de şu soru: Örneğin Cumhurbaşkanı, çok temel bir konuda yanlış bilgi dile getirirse ve daha sonra da düzeltmezse, üstüne üstlük bu yanlış bilgiyi kendi siyasi çıkarları doğrultusunda seslendirirse (sık sık tekrarlanan bu durumun son örneklerinden biri, '2. ‘Abdülhamit’ dönemi toprak kayıpları’ hakkında yaşandı) ‘Dezenformasyonla Mücadele Merkezi’ bu açıklamalarla mücadele edecek mi?

Bu soruya “Evet, edecek” diyen çıkar mı?

Bir buçuk yıl evvel duyurulan ve bu yazıda tartıştığım diğer konulara nazaran olumlu baktığım ‘Doğru Mu’ platformu keşke hayata geçseydi de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çeşitli konulardaki demeçlerinin üzerinde bir dursaydı…

“Hayaldi gerçek oldu” demek isterdim.

*

Fotoğraf: Jeremy Bishop

Rıza imalatı konusuna dönersek…

Aslında mesele bu. İktidarın hikâyesi yok. Artık bir boş sayfadan ibaret iktidar ve bunun ortaya çıkmasını istemiyor. Başka hikâyelerin duyulmasını da istemiyor.

Bu yüzden esasen dezenformasyonla mücadeleden ziyade enformasyonun kendisiyle mücadele ediyor.

Yayın yasaklarından hapisteki gazetecilere dek geniş bir yelpazede bu mücadeleyi de yürütüyor zaten.

Hakkında hiçbir ayrıntı bilmediğimiz ‘dezenformasyonla mücadele merkezi’ de bu hikâyesizliğin bir başka aşaması gibi görünüyor. 

*

Hikâye demişken…

Bu konuya dair en güzel hikâyeyi, biliyorsunuz, George Orwell 1984 isimli eserinde anlatmıştı.

Bu tür konuları dönüp dönüp bu esere bağlamak kabak tadı verdi, farkındayım ama bizde iktidar da sanki dönüp dönüp bu kitabı okuyor ve orada ne görürse taklit ediyor.

Oradaki ‘Sevgi Bakanlığı’ da bir hakikat mücadelesi veriyordu. Üstelik kazanıyordu da…

Moral bozsun veya bozmasın, 1984 bir meseleyi çok güzel ele alıyordu:

Gücü elinde tutanın hakikati de tekeli altına almaya çalışması hakikat denen şeyin içini boşaltır.

Bunun bir güzel örneği, 1984’ün kahramanı Winston’ın gizlice boş bir defter satın almasındadır. Rejimin gözünde bir suçtur bu. Ama Winston, yaşadıklarını yazmak için yakalanmayı da göze alarak bir defter sahibi olur.

Günlüğüne şunları yazar Winston: 

“Aslında hiçbir şey yasadışı değildi; çünkü artık yasa diye bir şey yoktu.”

Hakikat da biraz öyle.

Onu berhava ettiğinizde, onun uğrunda mücadele verdiğinizi de söyleyebiliyorsunuz.

*

PS: Rıza imalatı ve özellikle de dezenformasyon konusunu, bu yılın başında yayımlanan kitabım ‘Memlekette Tuhaf Zamanlar’da geniş biçimde ele aldım.

Tüm yazılarını göster