Herkesin gözünün yüz binlerin toplandığı Amed, Van, İstanbul Newroz’unda olduğu sırada, sokaktan kâğıt toplama işine ara verip Anıtkabir’in tam karşısındaki Anıt Park’taki Newroz kutlamalarına gelenlerin sayısı, diğer şehirlerle mukayese edilemeyecek kadar az, dolayısıyla biz gazeteciler açısından pek "haber değeri" olmayan bir etkinlik olarak görülebilirdi.
Oysa devletin millete eziyeti ve "milletin" direnci, dayanışması açısından Ankara Newroz’u, yüz binlerce insanın toplandığı şehirlerdekinden daha az etkileyici değildi.
Sırtınızı devletin omurgasını oluşturan güvenlik kurumlarına ve Anıtkabir’e verdiğinizde tam karşıda yer alan Anıt Park’taki daracık Newroz “alanı” kutlamalardan önce polis tarafından bir karakol bahçesi gibi sarmalanmıştı. İçeri girmek için çeşitli eziyet ve aşağılanma pratiklerini göze almak gerekiyordu. Herhangi bir polis karakoluna gittiğinizde bile karşılaşmayacağınız muameleyle, üç aşamalı polis kontrolünde girilebilen parka bırakın yeşil-sarı-kırmızıyı, çok renkli bir mendil, çakmak, kibrit çöpü bile sokmak kesin olarak yasak, çantada kitap, elde broşür ise içeriği sıkı sıkıya kontrol edildikten sonra sizi arayan polisin keyfine göre yasak veya değildi.
İlk arama noktasındaki polisler boynumdaki kırmızı atkıyla girip girmeyeceğime “amirlerine danıştıktan sonra” onay verdiler. İkinci aşamadaki polisler atkıyı çıkartıp silkelettikten sonra “geç bakalım” dediler. Üçüncü aşamadaki polis amiri ise “yasak” diyerek direndi. "Yahu tek renk" itirazları kâr etmedi. “Olabilir ama ya içeride diğer renklerle bir araya getirirseniz?” diye sordu. Daha sonra bu sorusundan kendisinin de utandığını umuyorum ki, yasağın gerekçesini değiştirdi: "Yüzü kapatacak hiçbir şey alamazsınız.” "Yahu zaten yüzümüzde maske var, neden yüzümüzü ayrıca kapatılım ki" itirazları kâr etmedi. Biz direndikçe kurallar sertleşti ve bu sefer arkadaşımızı mavi atkısıyla da içeriye sokmayacaklarını, hatta hiçbir atkıyı sokmayacaklarını söylediler.
Peki bunu neye dayanarak kural haline getiriyorsunuz? "Emir var" veya "kendime dayanarak."
Dört tarafı polislerce sıkı sıkı sarılmış küçücük parka girmeye çalışan her ama herkes, TC Kimlik Numarası sorgulamasına tâbi tutuluyor, üstü-başı, çantası, cepleri hatta cüzdanları açılarak kontrol ediliyordu.
Neticede epey direttikten sonra atkılarımızı çantamıza koyma şartıyla içeri girdik. Bunca eziyete bir de küçücük alanın bile dolmamış olması ve renksizliğin hüznü eklenince, devasa devlet bina ve mabetleri yalnızlık duygusunu perçinliyordu. Fakat bunca eziyete rağmen pes edip geri dönen kimse olmadı.
Amed, İstanbul, Van gibi şehirlerin aksine Ankara’da Kürt nüfus görece daha azdır. Ankara’daki en büyük Kürt topluluğunu 1990’larda köyleri yakılıp yıkıldıktan sonra zorla göç ettirilen, çoğunluğu Hakkârili ve kısmen Vanlı, Şırnaklı köylüler oluşturuyor. İlk yıllarda Mamak’taki Türközü gettosuna sıkışmış, zamanla şehrin çeşitli bölgelerine yayılmış olan bu nüfusu bir topluluk olarak Newroz’larda ve 1 Mayıs’larda görmek mümkün.
Ankara’daki Newroz’larda onlar solcuların, 1 Mayıs’larda solcular onların yolunu gözler.
Saat 11:30’da girdiğimiz ıssız parkta bu bir avuç Kürt işçisi dışında neredeyse kimse yoktu ve kâğıt işçisi bir arkadaşın dediği gibi, “bu yalnızlık duygusu insanın bayram hevesini kırmaya yetiyordu.”
Bu duygunun hâkimiyetinin dağılışına tanık olmak ise etkileyiciydi. Sağlık, iş veya akraba ziyareti için Ankara’ya gelmiş Kürtler de yavaş yavaş, direnç göstere göstere alana girmeye başladı.
Daha sonra Halkevleri üyelerinden Kaldıraççılara, EMEP’lilerden ESP’lilere, siyah renkli bayraklarıyla içeri girmek için neredeyse bir saat üç aşamalı polis noktasında direnen anarşistlerden küçük köy derneklerine kadar büyük-küçük çok sayıda gruptan insan polisin tüm baskılarına, aşağılama pratiklerine rağmen parka girmeye, “içerideki” yalnızlık duygusunu dağıtmaya başladı. Halaylar kuruldu, şarkılar söylendi, sözler verildi, konuşmalar yapıldı. Milletvekilliği düşürülen Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun gözaltından çıkıp geldiği fakat içeri alınmadığını sonradan öğrendik. Gergerlioğlu, sahneye telefonla bağlanarak “alana” sesiyle girebildi.
İlk dakikalarda “yalnızlıktan” yakınan Hakkârili kâğıt işçisi arkadaşım park alanı dolduktan, dayanışma duygusu güçlendikten sonra mutlulukla yanıma gelip “Abi biz kazanacağız. Çünkü bizim bardağımız boş. Bir damla bile girse biz kazanmış olacağız. Onların bardağı dolu. Bir damla bile dökülse onlar kaybetmiş olacak” diyordu.
Küçük Ankara Newroz kutlamasına dair kıssadan çıkan hisse şu: İktidarın eziyet politikasının nihai hedefi bir araya gelme potansiyeli bulunan tüm direniş odaklarını yalnızlık duygusuna hapsetmek. İstanbul Sözleşmesi’nden “çekilmek” de, Gergerlioğlu’nu “yalnız yakalayıp” götürmek de, HDP’yi kapatma, önde gelen tüm siyasetçilerine yasak getirme çabaları da bu hedefin güncel birer parçası. Arkasının geleceğini bilmeyen de yok. Ama ezilen kesimlerin Ankara Newroz’undaki gibi birbirlerinin yalnızlık duygusunu gidermedeki direnci sürdükçe, “tek renkli atkılar” bir araya gelip ortalığı renklendirdikçe, birbirlerinin yolunu gözleyenler hayal kırıklığına uğramadıkça, iktidarın bu hedefe ulaşması epey zor görünüyor.
Kapak fotoğrafı: Ruşen Takva (Van)