İktidar cephesinde yeni bir şey yok. Her türlü muhalefet ve
onlara destek verenler alfabenin çeşitli harflerinin bir araya
gelmesiyle oluştuğu ileri sürülen türlü terör örgütüne mensuplukla
suçlanıyor. Misal barınamayan öğrenciler. Üniversitelerin apansız,
hiç haber vermeksizin açılması ve öğrencilerin de durduk yerde
üniversite okuyacakları illerde yaşamaya karar vermesiyle birlikte
memlekette bir yurt sorunu peydahlandı. Öyle, bir anda! Adeta bir
doğal afet. Neyse ki, Cumhurbaşkanlığı kabinesinin güzide bakanları
ardı ardına yaptıkları açıklamalarla gerçeği tüm çıplaklığıyla
ortaya serdiler. Gençlik ve Spor Bakanı yurtlarımızın en modern
otellerle bile rekabet ettiğini söyleyerek, gurbete üniversite
okumaya gönderdikleri evlatlarından ayrılan ana-babaların
yüreklerine su serpti: Yurtlarda kalan öğrencilerimizin hiçbir
sorunu yoktu. İki, bilemedin üç kişilik odalarda krallar ve tabii
kraliçeler gibi yaşıyorlardı. Geçen sene pandemi nedeniyle yurtlar
açılmayınca bu yıl bir anda yığılma oldu, diyordu bakan. Haklı
tabii, bakanlık ne bilsin, geçen yılı uzaktan bitiren öğrencilerin
yüz yüze eğitim başlayınca yurtta kalacağını. Bu sebeple, şu anda
bir sorunu dile getirmek bakana göre haksızlıktı. Zaten esas sorun
yurtlarda değil algıdaydı. Yurt sorunu yok, algı operasyonu
vardı. Bakanın bu sitemlerinin
ardından, biliyorsunuz, barınma sorunlarına dikkat çekmek için
parklarda yatan öğrenciler operasyonlarla gözaltına alındı.
Nihayetinde, epeydir suskunluğunu koruyan sayın İçişleri Bakanı
çıkıp, barınamıyoruz eylemlerine katılanların sol, marjinal, HDP
ile ilişkili, PKK/KCK, MLKP, TKKÖ, TKP Kıvılcım, FETÖ/PDY, TKİP,
DKP terör örgütlerine mensup ve bir de kendisini çok sevdiklerini
iddia ettiği “LGBTİ üyesi” olduklarını açıkladı. Barınamayan öğrenciler
eylemlerine katılanların sol görüşlü, marjinal ya da HDP’li
olmasının İçişleri Bakanı’na göre neden bir suç teşkil ettiğini
anlamak mümkün değil. Ama zaten epeyce bir zamandır kimsenin
anlamaya çalıştığını da sanmıyorum. Diğer yandan bakanın sıraladığı
ve alfabenin bu kadar çok harfini bir araya getiren örgütlerin
üyelerinin şehrin göbeğindeki kamusal alanlarda, parklarda nasıl
rahatça bir araya gelebildiklerini ve böyle bir eylem
düzenleyebildiklerini sormanın da bir anlamı yok. Tabii yine de
insan şuna şaşırmadan edemiyor: Bakan, Lezbiyen Gay Biseksüel Trans
ve İnterseks cinsiyet kimliklerini ifade etmek için kullanılan
LGBTİ kısaltmasını terör örgütlerinin kısaltmalarıyla birlikte ve
belli ki bir tehdit gibi algılanması gereken “beni çok seven”
ifadesiyle birlikte sıralıyor. İçişleri Bakanı’nın ağzından bu
ülkenin her politik görüşten LGBTİ yurttaşlarının cinsiyet
kimliklerinin bir terör örgütü gibi telaffuz edilmesinin garipliği
üzerine söyleyecek söz bulmak zor.
Aslına bakarsanız, epeyce bir zamandan beri Cumhurbaşkanı’nın
atadığı bakanların söyledikleri üzerine konuşmanın bir anlamı yok.
Bir zamanlar Türkiye’nin gündemini belirleyen güç sahipleri, son
aylarda sadece savunmacı bir refleksle hareket ediyor görüntüsü
veriyor. Önceki hafta Medyascope’ta yaptığım programa “Cumhur İttifakı’nın
Yok Sorunu” başlığını koyarken kast ettiğim şuydu: Gerek ekonomik
kriz, gerek pandemi ve doğal afetler karşısında, gerekse
Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adı verilen bu kendine özgü
sistemin yol açtığı yönetemezlik krizinin gün be gün yurttaşların
hayatını daha da zorlaştıran sonuçları karşısında iktidarın verdiği
yanıt aynı: Adeta başını kuma gömen ittifak ortaklarının ya “öyle
bir sorunumuz yok” ya da “öyle bir gündemimiz yok” dediklerini
işitiyoruz. Öyle ya, barınamayan öğrencilere “sözde öğrenciler”
dediğinizde ve Türkiye’deki kamu yurtlarındaki konforun eşinin
benzerinin dünyada olmadığını ilan ettiğinizde, sorun ortadan
kalkmış olmuyor. İçişleri Bakanı istediği kadar “yurt sorunu
yoktur, terör sorunu vardır” desin. Bu cümle kalıbını ve
benzerlerini daha önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzından defalarca
duyduk. Barış sürecine geri dönülmesini ve bölgedeki insan hakları
ihlallerine son verilmesini talep eden akademisyenleri teröre
destek vermekle, hatta terörist olmakla suçladığında onlara “sözde
aydınlar” diye sesleniyordu. Ülkeyi son birkaç yıl içinde “sözde
öğrenciler”, “sözde akademisyenler”, “sözde siyasetçiler”, “sözde
gazeteciler”, “sözde sanatçılar”, “sözde çevreciler” ve nihayetinde
“sözde yurttaşlar” cehennemine döndüren bu ağız birliğinin daha sık
tekrar ettiği argümanın, sorunun adı ne olursa olsun, onun gerçekte
var olmadığı ve onun yerine terör sorunu olduğu iddiasının ardına
saklanması bir tesadüf değil elbette. Böylece birincisi, ortada bir
sorun olmadığını ilan etmiş oluyor. İkincisi, bir sorun olduğunda
ısrar edenleri terörist olmakla ya da teröre destek vermekle
suçluyor. En bildik ifadesini Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzından
defalarca duyduğumuz bu strateji, bize -çözüm sürecinin gündemde
olduğu birkaç yılı saymazsak- mütemadiyen “Kürt sorunu yoktur,
terör sorunu vardır” diye seslenip durdu. En son yeni yasama
yılının açılışında yaptığı konuşmada “Kürt sorunu denen meseleyi
hak ve özgürlüklerden kalkınmaya kadar tüm boyutlarıyla çözdük”
sözleriyle, bir kez daha
Kürtlerden ve onlarla ittifak halindeki demokratik çevrelerden
gelen hak taleplerini görmezden gelmeye devam edeceğini ilan
ediyordu. Bu sözler, bir yönüyle Devlet Bahçeli ile ilişkisinde
pürüzler olduğu ileri sürülen Erdoğan’ın Cumhur İttifakı’na
bağlılığının ifadesi olarak değerlendirilebilir. Ancak aynı
zamanda, toplumdan ve onun sorunlarından kopuk biçimde, hiçbir
şeyin yerini değiştirmeden her şeyi tam da olduğu gibi muhafaza
etme özleminin bir tezahürü.
Platon, İdeal Devlet adlı yapıtında, herkesin kendi
yerinde kaldığı ve görevini yerine getirdiği, hiçbir hareketliliğin
olmadığı, bunun önüne geçebilmek adına yurttaşların “soylu yalan”
adı verilen yalanla uyutulduğu bir devlet düzeninin ilelebet sürüp
gidebileceğine ve yeryüzündeki en iyi düzen olacağına inanıyordu.
Elbette, Cumhur İttifakı’nın ortaklarına göre en ideal konumuna
ulaştığı için artık her türlü sorunun “yok” mertebesinde
addedildiği bu düzenle Platon’un ya filozoflar kral ya krallar
filozof olmalı diye açıkladığı İdeal Devleti arasında hiçbir
benzerlik yok. Ama verili olanı korumak ve değişim talebinin önüne
geçmek için “soylu yalan”lar uydurma konusunda hemfikir
görünüyorlar. Ne var ki, her sorun “yok sorun”, bu sorunları dile
getirmeye yönelik her türlü eylemlilik biçimi “suç”, her türlü
muhalefet unsuru “terörist” addedildiğinde ve insanların cinsiyet
kimlikleri dahi adeta bir suçmuş gibi teşhir edilmeye
başlandığında, yurttaşların inanması beklenen yalanın “soylu” bir
yanı da kalmıyor. Bu “yalan”(lar) toplumun iyiliği ve sürdürülmesi
için başvurulan birer “acı ilaç” olmaktan çıkıyor, ayrıcalıklı
zümrenin ve onlarla birlikte hareket eden güç sahiplerinin günü
kurtarmak, mevcut konumunu biraz daha sürdürebilmek adına
başvurduğu geçici çarelere dönüşüyor.
Dolayısıyla, “iktidar cephesinde yeni bir şey yok” diyerek
yazıya başladığımda, aslında AKP ve müttefiklerinin bugün tam da
topluma “yeni” hiçbir şey sunmama üzerine kurulu bir siyasetsizlik
modeline dayandığı tespitinden yola çıktım. Ancak yazıyı burada
bitirmek, son birkaç hafta içinde muhalefet cephesinde atılan
önemli adımları göz ardı etmek anlamına gelir. Bu sebeple uzatmak
pahasına ve bu konu üzerine birlikte düşünmeyi başka yazılara
bırakarak, Kemal Kılıçdaroğlu’nun Kürt sorununun çözümü için
Meclis'i ve HDP’yi adres göstermesinin ve sonrasında yaşananların
iktidarı “çalışmadığı yerden gelen” bu çıkış karşısında nasıl da
afallattığını dikkate almak gerekiyor. Şimdiye kadar, Erdoğan ve
AKP’nin ulusal çıkar, devletin güvenliği, ülkenin bekası gibi
birçok bağlamda muhalefeti söyleme zorladığı, yani belli bir
sorunla ya da o sorun karşısında iktidarın aldığı tavırla ilgili
açıklama yapmaya mecbur bıraktığına tanık oluyorduk. Erdoğan’ın
rakipleri karşısındaki söylemsel üstünlüğünün anahtarlarından biri
de karşı tarafı savunmacı bir konuma çekilmeye ve nihayetinde bu
konum üzerinden yapıp edilenlere rıza göstermeye zorlamasıydı. Oysa
Kılıçdaroğlu’nun Kürt sorunu için Meclis'i adres göstermesi ile
başlayan tartışmada, iktidarın HDP’yi terörist ilan etme ve böylece
İyi Parti’nin Millet İttifakı’ndaki konumunu sarsma girişimleri
bizzat İyi Partili siyasetçiler tarafından bertaraf edildi. Hemen
hemen aynı günlerde, HDP’nin yayınladığı tutum belgesi, sorunları
birlikte, demokratik yöntemlerle çözme iradesini göz önüne
seriyordu. Bu belge, sadece güçler ayrılığına, yargı
bağımsızlığına, eşitlik, liyakat, halk iradesi, yerinden yönetim,
ekonomik adalet, barış ve doğaya saygı gibi temel ilkelere yer
vermesi nedeniyle değil, aynı zamanda bir zamanların AKP’sinin
kurucu metinlerinde sıkça anılan müzakereye yaptığı vurgu nedeniyle
de iktidarı, bu sefer tersinden “söyleme çağıran”, yani bütün bu
konularla ilgili konuşmaya, bir açıklama yapmaya, bir tavır almaya
zorlayan bir nitelik taşımakta. Cumhurbaşkanı’nın yeni yasama
yılının açılışında Kürt sorununa işaret ederek “yok öyle bir
meselemiz” çıkışı, muhalefetin birlikte hareket ederek elde ettiği
bu “söyleme çağırma” üstünlüğüne ivedi bir yanıt verme
zorunluluğundan geliyor. Ancak “yok öyle bir şey”in gerçek bir
yanıt olmadığının ve mevcut konumunu hiçbir şey yapmayarak
sürdürmeye devam edemeyeceğinin farkında olmalı. Bu sebeple,
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, muhtemelen ittifakın küçük ortağını da
ikna ederek, Kürt sorununun çözümüne dair göstermelik de olsa bir
adım atmayı isteyeceğinden, yani hiçbir şey olmasa da bir şeylerin
olacağından şüphe duymamalıyız.