Gücünü halktan değil, zulüm ve cehaletten alan iktidar, fütursuzca konuşmakta bir beis görmez. Her konuda söyleyecek lafı vardır. Gerçek ya da yalan söylemesinin bir önemi yoktur. Ağzından çıktığında, yalan da artık gerçek olmuştur. Bir süre sonra unutulacaktır. Kendisi unuttuğunda, herkes unutmuş olacaktır. Daha önce söylediklerinin tam tersini söylediğinde, sadece mevcut şartlara uygun yeni bir gerçek tanımlanmıştır. Hepsi bu! Bu iktidar, kendini var kılmak için laf ebeliğine mahkûmdur. Hiç susmadan konuşmalıdır. Kendi sesinin tınısından büyülenir çoğu zaman. Kendi sözleriyle duygulanır; boğazına bir düğüm oturur, gözlerinden birkaç damla yaş süzüldüğü bile olur. Duygusal anları vardır. Duygusal görünmeye çalıştığı anları da. Bu nedenle devletine, milletine, ülkesine duyduğu aşktan sık sık söz eder. Mutlaka öyledir; kimse onun kadar sevemez buraları. Sevgisinde olduğu gibi öfkesinde de cömerttir. Her an her şeye öfkelenebilir. Sesini yükselttiğinde, önünde kimse duramasın ister. Gücünü sonuna kadar kullanır. Hedef göstermekten kaçınmaz bu gibi durumlarda. Ya onun yanındasınızdır, ya da düşmanlar arasında. Her şeyi o bilir. Zira onun kadar fedakâr, onun kadar mağdur, onun kadar adanmış değildir hiç kimse. İçeride her şeyi o bilmekle kalmaz, dışarıya da laf yetiştirir. Başkalarının felaketine içten içe sevinir. Bazen ortada bir felaket yokken de, bunun bir felaket olma ihtimaline sevinir: “Ben söylemiştim, bak gördün mü, senin de başına neler geldi işte” deme fırsatıdır bu onun için.
İktidarını laf ebeliğinden alır. İyi bir hatip olmakla övünür. Gerçekte münazara kulüplerindeki yarışmacılara benzer. Yalnızca kendi söyleyeceği söze odaklanmıştır. Yalnızca kendi görüşünün doğruluğunu savunmaya. Karşısındakini dinlemeden, savlarını arka arkaya sıralamalıdır. Yine de münazara kulüplerinden farklıdır onun laf koşturduğu alan. Bir mantıksallık zincirine, karşısındakini ikna etmeye ihtiyacı yoktur. Dinleyicisine vaat edeceği kısa ya da orta vadeli küçük çıkarlar da kalmadığında, yani deniz bittiğinde, adanmışlık, sadakat veya korku duygularına hitap etmekten başka bir şey kalmamıştır elinde. Elbette tek başına değildir bu sahnede. Bir kez daha “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev”in yazarı Etienne de la Boétie’ye kulak verirsek, bize “tirana destek olan ve tüm ülkeyi kulluk altında tutanların hep dört ya da beş kişi” olduğunu söylediğini duyacağız. Düşünür, her zaman için beş ya da altı kişinin tiranın gözüne girdiğini, gerek kendilerinden gelen istekle, gerek tiranın çağırmasıyla ona yaklaşmış ve böylece gaddarlıklarının, eğlencelerinin yoldaşı, zevklerinin pezevengi ve yağmaladıklarının ortağı olduklarını söyler: “Bu altı kişinin de çıkar sağladıkları altı yüz kişisi vardır. … Bu altı yüz kişi, buyrukları altında altı bin kişiyi tutar; kendilerinin para hırslarında ve gaddarlıklarını uygulamalarında yardımcı olmaları, gerektiğinde bu gaddarlıklarını uygulamaları için ve öylesine çok kötülük yapsınlar ki ancak kendilerini yasa ve ceza araçlarının sayesinde koruyabilsinler diye bu altı bin kişiye, toplumsal konumlarını yükselterek, ya eyaletlerin ya da maliye işlerinin yönetimini verirler. Bunlardan sonra gelenler çok daha fazla kalabalıktır.” (1)
İşte la Boétie’nin bundan neredeyse 500 yıl önce gördüğü gibi, iktidar tek başına kullanılamaz. Başrolde o olsa ve her zaman en büyük sesi çıkarıp en çok o konuşsa da, laf ebesinin irili ufaklı paydaşları ve küçük tefek taklitlerinin olması kaçınılmazdır. Bunlar da fırsat bulduklarında serbestçe konuşurlar. Söyledikleri sözün kıymeti, muktedirin takdiri ile ölçülü olsa da, ağızlarına geleni söylemelerinde bir sakınca yoktur. Ne var ki küçüktürler, asla yanılmayan efendileri kadar pişmemişlerdir laf ebeliğinde. Yanılabilir, gücün sarhoşluğuna kapılabilir, niyetlerini zamansızca açık eden sözler savurabilirler. Bundan dolayı bazen tepki de çekebilirler. Kendilerine bahşedilen küçücük iktidar alanları, ayaklarının altından kayabilir ya da en azından “bir daha olmasın” diyerek uyarılabilirler. Yine de kol kırılır, yen içinde kalır, sözlerini geri almazlar. Söz ağızdan çıkmıştır bir kere. Şimdi önümüze bakmak zamanıdır.
Bana bu uzun girizgâhı yaptıran jeotermal santrale karşı direnen Kızılcaköy köylüleri ile köylülere biber gazı attıran vali yardımcısı arasında geçen bir dakikalık konuşmanın görüntüleri. Elindeki yarısı yenmiş meyveyi ağzına atarken kendisiyle konuşan köylü kadına fütursuzca “biber gazından bir şey olmaz ya, ne olmuş biber gazı yediysen? Farz et ki ben yaptırdım…” diyebilen vali yardımcısı, temsil ettiği devlet adına bu lafları sarf etme rahatlığını nereden buluyor dersiniz? Ya da biraz daha geriye gidelim, birkaç hafta öncesine. Son seçimlerde aldığı yüzde 42,5 oy oranı + Devlet Bahçeli’nin desteğiyle iktidarda kalmayı başaran partinin Denizli il yönetim kurulu üyesi bir kadın, nasıl oluyor da partisine oy vermeyen herkesi şu ya da bu olmakla suçlayabiliyor? “Allah kimseyi -CHP’ye oy verecek kadar AKIL’sız –HDP’ye oy verecek kadar VATAN’sız, -İP’ye oy verecek kadar ÜLKÜ’süz, -SP’ye oy verecek kadar İMAN’sız Bırakmasın!” diye yazabiliyor sosyal medya hesabından? Ne zaman? Tam da “Çankaya, Kadıköy ve Beşiktaş”ta seçmenin şuursuzca oy kullandığı en yetkili ağızdan beyan edildikten bir gün sonra. Nedense örnekler hep önümüzdeki yerel seçim için “rakısına dokunmama” vaat edilen İzmir ve çevresinden geldi üst üste. Bu sonuncusu da OHAL kalkmadan hemen önce bir son dakika KHK’sına ülkenin en değerli akademisyenlerinin adını yazma uyanıklığı gösteren 9 Eylül Üniversitesi’nden: Bakın bu üniversitenin makbul profesörlerinden birisi, mantık ve felsefe ana bilim dalı başkanı, ortaokul ve lise çocuklarının zorla götürüldüğü bir toplantıda “kızların adet olması bir hastalık, mutlaka tedavi edilmeli” diyerek bu “amansız!” hastalığa çare olarak 15 yaşına gelen kızların evlendirilmesini öneriyor. Öylece, ağzına geldiği gibi sarf ediyor lafını, regl olmaya yeni başlamış kız çocuklarının ve yaşıtları oğlanların gözlerinin önünde…
Bu örneklerin hepsinde, muktedirin ve ufak tefek paydaşlarının iktidarlarının sözle değil, lafla tezahür bulduğunu görüyoruz. Çünkü söz söylemek, bir karşı tarafı, dinleyen ve dinlenilen konumlarının olduğu bir ilişkiyi gerektirir. Bu ilişkinin eşitler arasında olması, en azından tarafların minimum düzeyde birbirlerini dinlemeye değer görmesi kaçınılmazdır. Laf ebesi ise yalnızca kendine odaklıdır. Lafının değeri, kendi pozisyonundan, temsil ettiği gücün ceberrutluğundan kaynaklanır. Karşısındakini görmeden konuşur. Diyaloğa, dinlemeye ve anlamaya kapalıdır. Öylece konuşurken sesinin kısılmasından ölesiye korkar. Sesi kısılırsa, büyü bozulacak, ortaya çıkan sessizlikte “söz” filizlenecektir. Zira “söz” başkalarını dinlemeye imkân tanıyan suskunluk anlarında ortaya çıkar.
(1) Etienne de la Boétie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, çeviri ve yorum Mehmet Ali Ağaoğulları, İmge Kitabevi Yayınları, 1995, s.58-59