Sesimizi duyan filan yok. İlk kez yalnız bırakılmıyoruz. Daha önce defalarca yaşandı. Defalarca yazıldı. Soma’da, Bartın’da işçiler göçük altında kalacakları bilindiği halde yer altına gönderildiklerinde, her birimiz aynı çaresizlik karşısında yapayalnız bırakılmıştık. Manavgat’ta başlayan yangın dört yanı sarıp üzerimize küller yağmaya başladığında, THK’nın yangın söndürme uçakları hakkında birbiri ardı sıra gelen çelişkili açıklamalarıyla “ne uçaklarımız vardı ki, onlar aslında hiç yoktular” olduğunu öğrendiğimizde yapayalnızdık. Neden sonra, bilmem hangi yetkilinin itfaiyenin Cumhurbaşkanının talimatıyla yangına müdahale ettiği itirafını başımız ellerimizin arasında seyrederken olduğumuz gibi… Pandemide maskesiz, aşısız, gelirsiz, güvencesiz, okulsuz, işsiz bırakıldığımızdaki gibi… Ekonomik kriz karşısında, yüzde yüzleri aşan enflasyona karşı ayakta kalmaya çabalarken olduğu gibi…. Biliyoruz ki, şehirlerimizde, evlerimizde, önünde sonunda bizi de, sevdiklerimizi de yakalayacak bir depremde yine yalnız bırakılacağız. Her öğretim yılında -pandemide evlere kapattıkları- çocuklarımızın okul çantalarına sarı zarflar koyarak bizden bağış toplayan Kızılay, bizlere o depremde bilabedel vereceğini sandığımız çadırları, gıda malzemelerini bizden bağış toplayan bir başka kuruma satacak. Bu ticareti her iki taraf da gayet ahlaki bulacak.
Aslına bakarsanız, AKP kuruluşunda tam da bunu vadetmişti. Kendilerini muhafazakâr demokrat olarak adlandırdıkları yıllarda demokrasi, özgürlükler, katılım, sivil toplum, müzakere gibi cezbedici sözcüklerin arkasında bugün ne yaşıyorsak onu mümkün kılacak bir siyaset ve toplum kavrayışını ördüler. O ilk yıllarda AKP’nin ideoloğu olarak ünlenen isimlerin ürettiği metinlerin satır aralarında özgürlüğün din ve ibadet özgürlüğüne indirgendiğini, yurttaşların siyasete katılımının seçimler dışındaki araçlarının ise dini cemaatler, vakıflar, dinsellik teması etrafında şekillenen bir sivil toplum üzerinden inşa edilmek istendiğini görmek mümkündü. AKP kurulduğunda 1999 depreminin üzerinden çok zaman geçmemişti. Henüz birkaç ay önce başbakanlık koltuğuna oturmuş olan Bülent Ecevit 17 Ağustos’ta deprem bölgesine hemen gitmiş, ancak televizyon kameralarından devlet kuruluşlarına seslenmek zorunda kalmış ve bulunduğu deprem bölgesinden telefonla Ankara’ya ulaşmasının mümkün olmadığını söyleyerek devlet kuruluşlarının buna bir çözüm bulmasını istemişti. O dönemde devletin başındaki en yetkili kişiden gelen böylesi bir itiraf büyük bir şok etkisi yaratmıştı. Temel görevi vatandaşının can güvenliğini sağlamak olan devlet, iletişim hatlarının depremde hasar görmesi gibi önceden öngörülmesi ve önlem alınması çok mümkün olan bir sebepten dolayı, depremin o ilk saatlerinde felç olmuştu. Öyle ki, başbakan kurumlara ulaşmak için canlı yayın kameralarını kullanıyordu. O ilk şok atlatıldıktan sonra, insanları enkazdan çıkarmak, evsiz barksız kalanlara çadır, barınak, yiyecek, giyecek sağlamak, devletin giremediği enkaza girmek, devletin uzatamadığı yardım elini uzatmak, depremzedelere destek olmak için gönüllüler seferber olmuş, tıpkı bugünlerdekine benzer bir sivil hareketlilik oluşmuştu. “Sesimi duyan var mı” yalnızca enkaz altında kalanlara seslenmek için kullanılan bir soru değildi, devletin felaket karşısındaki çaresizliğine duyulan tepkinin ifadesi, bir ünlemdi aynı zamanda.
17 Ağustos depreminin iki sonucundan biri köhnemiş siyasetin yenilenmesi talebi ise, diğeri de 12 Eylül darbesinin yarattığı yıkımın ardından yeniden filizlenmeye başlayan sivil toplum oldu. Depremin yaralarını sarmak için bir araya gelen binlerce insan, dayanışmanın, birlikte hareket etmenin değiştirici/dönüştürücü potansiyelini yeniden keşfettiler. Siyasetteki yenilenme talebi, 2002 seçimlerinde AKP’nin aldığı yüzde 34 oy oranıyla meclisteki sandalyelerin yüzde 66’sını ele geçirmesiyle sonuçlandı. Yüzde 10’luk seçim barajını geçebilen sadece iki parti vardı. Depremi takip eden yıllarda çok sayıda sivil toplum örgütü kuruldu, daha önceden mevcut olanlar deprem sırasındaki görünürlüklerinin de katkısıyla kamuoyunda daha fazla destek bulmaya başladılar. AKP ideologlarının kuruluş gerekçesi olarak pazarladıkları “demokrasi illüzyonuna” uygun bir atmosfer oluştu. Herkes değişim talep ediyor, herkes “sesimizi duyan var mı” diye sesleniyor, herkes “devlet”in deprem karşısındaki çaresizliğinden ders alınması, sorumluların bedel ödemesi gerektiğini düşünüyordu.
17 Ağustos depreminin üzerinden neredeyse çeyrek asır geçtikten sonra, bugün hâlâ aynı yerde olduğumuzu, hâlâ “sesimi duyan var mı” nidasının bir soru değil, bir ünlem olarak çınladığını görmek ne acı. 2002 yılında, sivil toplumu güçlendireceği vaadiyle meydanlara çıkarken AKP’nin kast ettiği, sosyal bir devlet tarafından yerine getirilmesi gereken, aslında devletin varlık sebebi olan işleri vakıfların, derneklerin, sivil inisiyatiflerin üzerine yıkmaktı. Özal döneminde başlayan süreci tamamlayarak kamu kaynaklarını özel sektörün hizmetine vermek, özel sektörün kârlı bulmadığı işleri ise sivil topluma yüklemekten ibaret bir kamu hizmeti anlayışına dayanıyordu. O yıllarda öngörülemeyen, bu sürecin devletin vermekle yükümlü olduğu kamu hizmetleri alanını tümüyle çökertirken, AKP’nin desteklediği “makbul” sivil toplumun kendisinin de bir nemalanma alanına, “arpalık”a çevrilmesiyle sonuçlanacağı idi. Nihayetinde vardığımız noktada, din kisvesi altında çıkar sağlayan, ticaret yapan, kamu kaynaklarını sömüren dernek, vakıf gibi oluşumlar sivil toplumu bir tümör gibi ele geçirmekle kalmadı, bizzat iktidar tarafından buna teşvik de edildiler. Bunların dışında sivil toplum için meşru addedilen tek varlık alanı “hayır” ve “yardımlaşma” adı altında, dönüşümünü tamamlamış devletin üstlenmeye gerek görmediği ve özel sektörün kârlı bulmadığı hizmetleri yüklenmeye gönüllü oluşumlara terk edildi. Onların da çok öne çıkmaması kaydıyla. Kızılay’la ticaret ilişkisi içinde olmasını bir yana bıraktığımızda, depremin ardından iktidar sözcülerinin Ahbap’ı hedef alan açıklamaları, bu konuda sınırların nasıl çizildiğini gösterdi zaten bize. -Bir yana bırakalım dediysem, aslında böyle bir ticaret ilişkisinin varlığı dahi, söz konusu sınırların hangi kaidelere bağlandığını göstermesi bakımından dikkat çekici.-
Elbette, bugün sivil toplumun iktidar destekli ya da ona iliştirilmiş sivil toplum kuruluşlarından ibaret olduğunu söylemek büyük haksızlık olur. İktidar, her ne kadar sivil toplumu dini cemaatler, vakıflar, dernekler ve yardımlaşma kuruluşlarıyla sınırlamak istese ve bunun için elinden geleni yapmaya devam etse de, depremin bize bir kez daha hatırlattığı gerçek şu: Sivil toplum, bizi insan yapan en temel olgu olan siyasetin, gerçekte partiler ve bizi yönetenlerden ibaret olmayan, bizlerin bir arada nasıl yaşamaya devam edeceğimize dair irademizi ortaya koymamızın başlıca yordamı olan “siyaset”in alanı. Bizim insan olarak var oluşumuzun temelindeki toplumla aramızdaki bağı sürdürmemizi sağlayan bir ifade aracı. Bir diğerinin acısını, kederini kendi acımız, kederimiz görüp birbirimize el uzatmamızı mümkün kılan, devletin de, iktidarın da, onun iliştirilmiş/makbul kurumlarının da çok ötesinde bir olgu. Böyle olduğu için bugün hâlâ -iktidarın tüm baskılarına rağmen- demokratik örgütler olarak varlığını sürdüren sendikalar, meslek odaları, barolar, insan hakları örgütleri, kadın örgütleri, bu örgütlerin etrafında bir araya gelen binlerce insan depremzedelere el uzatmak için çabalıyor. Bu örgütlerin girişimleriyle sürdürülen yardımlaşma çabalarını sadece artık devlet sosyal devlet olmaktan çıktığı için işlevini yerine getir(e)meyen kamu kurumlarının görevlerini sivil toplumun üstlenmesiyle açıklayamayız. Bu çabalar, sivil toplumun iktidarı denetleme ve demokratik katılım aracı olarak varlığını bir kez daha hatırlatıyor ve kaçınılmaz olarak “değişim” talebini elle tutulur, gözle görünür hale getiriyor. Deprem, bu büyük felaket, bir kez daha biz sıradan insanların söz ve eylemiyle değerlenen “siyaset” olmadan bu enkazın altından çıkamayacağımızı gösteriyor. İktidarın tribünlerdeki “istifa” çağrısına bu kadar sert tepki göstermesi de, sokak protestolarını ayaklanma girişimi olarak değerlendirmesi de, sosyal medyayı susturması, yasaklaması da, üniversite kampüslerini deprem bahanesiyle boşaltması da bu “siyaset” korkusunun bir tezahürü.