Lise son sınıfta kararımı vermiştim:
Kapital’i okuyup anlayabilmeliydim. Başka türlü nasıl olacaktı ki!
Bir iki sene önce Kimya’yı bile düşünen kafamda tek şey vardı: Ekonomi okumak.
Üniversite seçmelerinde sadece üç fakülte-bölüm yazdım: Boğaziçi, ODTÜ, Hacettepe Ekonomi.
İlkine girince, sihirli kapıyı açtığımı sandım. Elbette o kapı sihirliydi ama biraz da piyasaya mühürlüydü. Tam benim beklediğim gibi cereyan etmiyordu olay.
Çok iyi hocalar vardı elbette. Kimi ufkunu açıyordu, çoğu ise seni piyasaya hazırlıyordu.
Piyasadan Tansu Çiller de vardı… İşçi Partisi’nden Oya Silier de.
Ama delicesine, farklı üniversitelerdeki isimlerin yayınlarını, makalelerini takip etmeye başladım. Kimi, İzzettin Önder gibi, dışarıda çalıştığım için bir türlü dersine giremediğim, ödevi ise kendi okulumda değil bambaşka bir üniversitede bulup teslim ettiğim hocam olacaktı.
Piyasa hocalarından bazıları, derslere gelemediğim için farklı ve ağır ödevler yapma önerimi, biraz da merakla kabul etti.
Misal, Yunan asıllı Fransız iktisatçı Arghiri Emmanuel’in “Eşitsiz Mübadele” tezini tartışan kitapçık gibi bir ödev.
Ama benim için en önemlisi, Sınai Kalkınma Bankası’ndaki İmalat Sanayii İstatistikleri’ni kullanarak, Sanayi Anketleri rakamlarını pösteki sayar gibi çarpıp bölerek yaptığım “Türkiye İmalat Sanayiinde Artık Değer” kitapçık ödeviydi!
“Sömürü”nün istatistiksel ve ekonometrik izini sürerken, hiç tanımadan feyz aldığım isimlerden biri, yeni kaybettiğimiz Prof. Tuncer Bulutay’dı.
12 Eylül ilk akademik darbesini, yasaklı ilan ederek ona vururken ne derece bilinçliydi, bilmiyorum ama, muhtemelen bir ihbar listesinin baş sırasına konmuştu.
Farklı iktisatçıları yok etmeden, darbenin tadı olmuyordu zaten!
Son temsilcilerinden biri Korkut Boratav olan bu iktisatçı kuşağı, başka türlü bir ekonominin mümkün olabileceğinin ilham kaynaklarıydı.
O sıra 19-20 yaş arasındaki kendimle buluşmuştum, Demiryolu Sendikası’nda çalışmaya başlamıştım.
Eğitim hazırlıyor, şehir şehir demiryolu işçileriyle buluşuyor, toplu sözleşme çalışmalarına katılıyor; okulda öğrendiğim istatistiği işçi ücretlerinin artışı, okul kütüphanesinin verdiği ilhamı ise işçi kitaplığı kurmak için kullanıyordum.
Tiyatrocu arkadaşlarımın katkısıyla kurduğumuz Demiryolu İşçi Tiyatrosu, işçilerin oynadığı oyunu işçilerle birlikte yazmıştı!
Sendikaya gittiğimde, klasik iktisat hocaları eğitim veriyor ve işçilere iktisat fakültesi öğrencisi gibi bakıyordu. Değerli hocalardı ama iktisadın içyüzünü anlatmıyorlardı işte!
Başta iktisatçı Sungur Savran, yeni bir kadroyla o perdeyi aralamaya çalıştık.
Sınıf sınıfından bihaber kalamazdı; iktisat onları yenen bir silah değil, onların elinde bir güç olmalıydı.
Sonra 12 Eylül geldi! Şili’de ve diğer Latin Amerika ülkelerindeki gibi bir silindirle, sadece yaş büyütüp genç asmadı, Atatürkçülük ve anarşi önleme maskesiyle, silahı iktisat haline getirdi.
“Şimdi gülme sırası bizde” diyen işveren örgütleri bayram ediyordu. Eh, demokrat milletimiz de yüzde 90’dan fazla oyla darbeyi meşrulaştırmıştı. Yani Kenan Budak gibi Kazlıçeşme’de direnirken öldürülenler dışında, işçi sınıfı da darbeyi desteklemişti!
12 Eylül’ün esas kazımak istediği, “alternatif iktisat”tı; başka türlü bir ekonominin, başka türlü bir kalkınmanın, başka türlü bir üretim ve paylaşımın mümkün olabileceği fikriydi.
Bu fikir olmadan, güçlü teorik ve pratik dayanakları bulunmadan, ne solculuk ne de devrimcilik mümkün olabiliyordu ve maalesef bunun çok az farkındaydı Sol’un bin türlü fraksiyonu.
Chicago Okulu’nun dünyanın her yoksul köşesinde darbelerle yürüyüp zengin ülkelerde Reagan ve Thatcher ile ulaştığı zafer, onların bu karşı bilinçleri sayesindeydi. Sovyetler’in felaket ekonomisinden de güç alarak, başka türlü bir ekonominin imkânsız olduğunu, sadece fikren değil; işkenceyle, infazla, silahla dayatıyorlardı.
Piyasa, zaferini böyle kanata kanata kazandı.
Adı liberal olan ama siyasette liberalliği, özgürlükçülüğü kendinden menkul siyasetçiler ve iktisatçılarla. Onları baş tacı eden 12 Eylül’cü işveren örgütleriyle.
İşçileri, çalışanları sadece iktisaden değil, iktisattan da güçsüz bırakmayı büyük marifet sayan akılsız, miyop bir burjuvaziyle.
Epeydir rejimin şey edilmesinden şikayetçi olanlar, başka türlü bir hayat ve iktisattan men ettikleri işçilerin de kendilerini neden bir itaat, kanaat, biat dünyasına attıklarına şaşırıyorlar mı gerçekten!
Sınıfından silah zoruyla kovulanların; kurtuluşu ve rövanşı neden inanç dünyasında aramış olduklarını hiç mi düşünmediler!
Sınıf mücadelesinden korkanlar, memleket işkencehane olmuşken, gülme sırası kendilerinde diye gevrek kahkaha atanlar; bugünkü korkularını, endişelerini bizzat kendi tarihî yanılgılarına da borçlular!
Bugün yoksulların, dar gelirlilerin, ne dolara ne faize gidebilenlerin üstüne bir kez daha yıkılan bu enkazın gerisinde, sadece muhafazakâr arsızlık değil, liberal şımarıklık da vardı.
Biri pişirdi, biri yedi!