İktisadın eğitimi ve eğitimin iktisadı

İktisat eğitimi hem içinde bulunduğu fakültelerin bölümlerinden hem de diğer sosyal bölümlerden daha soyut ve nicel metotlar kullanması ile ayrışır.

Abone ol

Ensar Yılmaz

Türkiye’de iktisat eğitimi uzun süredir yazmak istediğim bir konuydu. En son üniversite sınav sonuçlarının da tekrardan teyit ettiği kalıcı talep eksikliğinin neden olduğu bölüm kapanmaları ve üniversitelerin bugünlerde açılıyor olması bu yazıyı yazmamı bugüne taşıdı.

Türkiye’de son dönemlerde genelde İİBF bölümleri, özelde ise iktisat bölümleri ülke düzeyinde talep eksikliğinden dolayı ciddi bir kapanma sorunu ile karşı karşıyalar. Bu, sadece bir talep problemi değil aslında, aynı zamanda bir arz problemi. Hem arzı hem de talebi kolay (okunması kolay ve maliyeti az) olduğundan tüm üniversitelerin İİBF’leri vardır. Fakat talep zamanla artan arzın altında kalınca bölümler kapanma noktasına geldi. Burada ilgi çeken nokta, bunun piyasa aktörlerinin merkezi olmayan kararlarının sonucunda ortaya çıkmış olmasıdır. Yani, piyasada arz fazlalığı ve talep düşüşü, puan ve kontenjanı, iktisatçı tabiiyle fiyatı ve miktarı aynı anda düşürdü. İnsan hayatını ömür boyu etkileyen bu tür durumlarda karar verenin piyasa olması zamanla oluşan çok sayıda ciddi sorunun birikmesine neden olur. Yani, bu tür makro eğilimlerin piyasadaki çözümü, nitelik kayıplarının ihmal edilmesi (özensiz ve acele açılan bölümler) ve mezunların işsiz ordularına dönüşmesi (“atanamayan” İİBF’li grupların oluşması gibi) ile sonuçlanır. Piyasalar bu anlamıyla ne eğilimlere dair merkezîleşmiş bilgiye ne de onu çözecek araçlara sahiptir. Merkezi bir otorite olarak YÖK’ün bu tür eğilimlere ait bilgisinin veya projeksiyonunun olmaması mümkün değildir. Burada sorun YÖK’ün planlama kapasitesinin değil buna dair isteğinin olmamasıdır. Üniversiteler genel anlamıyla bir tür iktisadi faaliyet kolu olarak görülmekte ve birçok yerde inşaatın ve bölgesel talebin uzantısı gibi ele alınmaktadır.

İKTİSAT EĞİTİMİ

İktisat eğitimi hem içinde bulunduğu fakültelerin bölümlerinden hem de diğer sosyal bölümlerden daha soyut ve nicel metotlar kullanması ile ayrışır. Fakülte içinde iktisat bölümüne en yakın bölüm işletme bölümüdür. Fakat içerik yakınlığına rağmen, iktisat daha soyut ve daha nicel bir formasyona sahiptir. Buna rağmen her iki bölüm mezunları benzer alanlarda iş bulurlar. İktisatçılar genelde aldıkları formasyonunun altında nitelikte işlerde çalışırlar (bu mühendisler için de doğrudur). Oysa, aldıkları formasyon büyük oranda firmaların araştırma departmanları veya üniversiteler için daha uygundur. İktisatçı ne işletmeci gibi muhasebe bilir ne de mühendis gibi bir uzmanlık alanı vardır, yani pazarlamacı bile alınacaksa o işe mühendislik eğitimi alanı almak mantıklıdır. Sadece bu basit gözlem bile, planlamacı kurumun (YÖK) başından beri iktisatçı arzını azaltıp, işletmeci arzını artırması beklenirdi. Her iki bölümün nitelik olarak ayrışmasını bu anlamıyla dikkate almadı. Fakat şimdi ironik bir şekilde piyasa her iki bölümün de arzını düşürmektedir. Özel üniversiteler bu arz ve talep gelişmelerinin uzun süre farkındaydılar. Fakat neyin geçici neyin kalıcı olduğunu ayrıştırmak her zaman zor bir problem olduğundan, buna direnip yeni yöntemler devreye soktular. Müfredat büyük oranda aynı olmasına rağmen sürekli farklı bölüm isimleri yaratarak (bir tür ürün farklılaşması) ayakta kalmanın yollarını denediler. Benzer bir durumu Anadolu’daki kamu üniversitelerinde hocaların özel girişimleri ile ders/idari alanlarını artırmak için açılan çok sayıda bölümde de görebiliriz. Ekonometri, maliye ve çalışma ekonomileri bu bölümlerden bazılarıdır. Dahası bazı üniversitelerde bununla da yetinilmeyip benzer bölümleri içeren yeni fakülteler dahi açıldı. Tüm bunlar problemin doğasına aykırı merkezi-olmayan kararların sonucudur.

Burada yapılması gereken pratik ve problem çözücü yönleri ile işletme bölümleri öne çıkarılırken, iktisadın sınırlı sayıda öğrenci ile daha kavramsal ve analitik bir eğitimle ilerlemesi şeklinde olmalıdır. Bu arada işletme bölümlerine dönük olarak şunu ifade etmek isterim. İşletme bölümleri, firmaların sadece karlarını artırmasına dönük pazarlama, strateji, organizasyonel kontrol mekanizmalarına odaklanmak yerine en azından işveren ve işçi arasındaki ortak faydayı özendiren bir formasyona doğru evrilmelidir. İşletme bölümlerinde emeğe/çalışanların refahına dair çoğu zaman bir ders dahi yoktur. İşletme bölümleri mevcut halleri ile üniversite olma ruhunun, yani ortak fayda yaratma ruhunun dışındadırlar. Şirketlerin sadece hissedarlarına (shareholder) değil, işçi dâhil tüm bileşenlerine odaklanmak (stakeholder) ortak toplumsal refah açısından daha kapsayıcı olacaktır. Diğer yandan, işletme bölümleri tezsiz programları ile bir “şirket” gibi hareket etmektedirler. Üniversitelerin bu kadar parasallaşmasının, “alan-satan memnun” mantığında hareket etmenin ciddi sorunları olduğunu düşünüyorum. Benzer şekilde, pandemi döneminde eğitimi daha etkin ve adil bir şekilde planlamak yerine çok sayıda bölümün hemen paralı “tezsiz online yüksek lisans programlarını” devreye sokması üzerinde de düşünmek gerekir.

İktisat bölümlerinde ortaya çıkan bu nicel değişimi (arz-talep değişimi) iktisat eğitiminin niteliğine dönük bir tartışmaya taşıyabiliriz. İktisat eğitiminin ciddi sorunları var. Bunu en çok yüksek lisans adayları ile yapılan mülakatlarda gördüğümüzü düşünüyorum. En temel kavramlar konusunda dahi yaşanan ciddi sorunlar bile nerede yanlış yaptığımız sorusunu sordurtan niteliktedir. Öğrencilerin büyük bir uğraş vererek çalıştıkları iktisat teorisi, matematik ve ekonometri derslerinden en basit bir ilişkiye dair net bir düşüncelerinin olmaması beni her zaman şaşırtmıştır. Bu, unutmayı aşan bir durumdur. En basit ilişkilerin dahi buharlaşması, insana geçen yıllar içinde bu kadar eğitime gerçekten ihtiyaç var mıydı dedirtmektedir. Dahası, öğrencinin elde ettiği bilginin mezuniyet sonrası pratik karşılığı da oldukça sınırlıdır. Yani, şu an çalıştığı şirketin pazarlama veya lojistik bölümünde kullandığı bilgi ile aldığı eğitim arasında da ciddi bir mesafe vardır; çalıştığı yerde sadece sınırlı düzeyde pratik bilgi kullanmaktadır ve bunu da çoğu zaman şirketin verdiği mesleki eğitimden sağlamaktadır. Denebilir ki, üniversite sadece mesleki formasyona dönük bir kurum değildir. Ben de bu düşünceye bir ölçüye kadar katılırım ancak 4 yıl gibi bir sürede alınan bu kadar dersin, verilen bu kadar emeğin hem muhakeme hem de iş hayatında işlevsiz hale gelmesini de sorgulamalıyız. Gerçi, mesleki eğitimin önemli bir kısmı artık üniversite dışına kaymaktadır. Özellikle, sertifika programları, online hizmetler (youtube, udemy gibi) çoğu öğrencinin iş bulmasında daha çok etkili hale gelmektedir. Bu haliyle, bölümlerin genel anlamda 4 yıl olması oldukça uzun bir süredir. Bu nedenle, dünya genelinde çok sayıda bölümün üç yıla indirilme çabaları makul bir çabadır. Bu tür çözümleri kurumların kendi içinden beklemek çoğu zaman yersizdir çünkü kurumsal ataleti düşündüğümüzde üniversiteler çoğu zaman tutucudur.

Özellikle 2008 krizi ile birlikte iktisat biliminde ciddi içerik kaymaları olduğunu gözlemliyoruz. Global kriz yıllarca farklı mecralarda ifade edilen ve ana akım dergilerin ihmal ettiği konuları artık çok daha dikkate alınır hale getirmiştir. İktisadın gündeminde gelir dağılımı, finansallaşma, tekelleşme, teknolojik etkiler, çevre ve mutluluk gibi konular artık daha fazla yer almaktadır. Yıllarca doktora programlarında analitik açıdan ilgi çekici olması ve daha sonra edindiğimiz bu formasyonu sürdürmenin kolaylığı ile Yeni Klasik iktisatçıların çoğu zaman anlamsız ve gerçek-dışı iddialarını ve yöntemlerini öğrendik ve anlatıp durduk. Bu patika bağımlılığından çıkmanın ve kurtulmanın zamanının geldiğini ve hatta geçtiğini düşünüyorum. Ben de artık bu tür konuları uzun uzun anlatma yerine sadece bahsetme tercihinde bulunuyorum.

İktisat biliminin bence diğer bilimlerden ayrıştığı önemli bir farkı vardır. Bu durum ne diğer sosyal bilimlerde ne de fen bilimlerinde sıklıkla karşılaştığımız bir durumdur. Bunu açıklayayım. Analitik metotlar kullanmak ve kavramsal çerçeveye sahip olmak (felsefi/tarihsel bağlam anlamında) iki ayrı akademik niteliktir. Bu iki niteliğe aynı anda sahip olma durumu, sadece birine sahip durumundan daha düşük olasılıkla gerçekleşir. Her iki niteliği de talep eden iktisat formasyonunda bu ayrışma çok net görülür. Genelde birinde daha iyi olan diğerinde daha az iyidir. Mühendis kökenli iktisatçılarda genel anlamda bu kavramsallaştırma problemi çok daha net görülür. Aynı sorun ne fizikçide ne de sosyologda vardır. Çünkü formasyonları gereği fizikçide analitik çerçeve öne çıkarken sosyolog da kavramsallaştırma öne çıkar. İktisatçı ikisini de belirli düzeylerde yapmak durumundadır. Bunun da ciddi teknik-kavram ödünlemelerine (trade-off) neden olduğunu düşünüyorum. Fakat bu konu daha fazla tartışmayı gerektiren bir konudur, burada bırakayım. Diğer yandan, bunun öğrencilere de bir yansımasının olduğunu düşünüyorum. Yani hem nicel metot öğrenmeleri hem de çok sayıda kavramsallaştırmayı aynı anda öğrenmek durumunda kalmalarının öğrenciler üzerinde ciddi bilişsel etkiler yarattığını düşünüyorum. Öğrencilerin önemli bir kısmı bunlardan birine eğilim gösterirken ortaya hocalardakine benzer fakat farklı düzeyde bir tür metot-kavram ayrışması ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden, iktisat eğitimi oldukça dikkatle yönetilmeli ve kurgulanmalıdır.

LİSANSÜSTÜ PROGRAMLARI

Yüksek lisans programlarının çok uzun süredir ne işe yaradığı konusunda tereddütlerim var. Yüksek lisans programları (1) doktora programları için bir ön basamak mı? veya (2) mesleki yenilenme için bir formasyon ve bilgi/yetenek edinme aşaması mı? Bu ikisine de cevabım evet değil. Birinci durum için, çok sayıda ülkede çok haklı olarak üniversiteler doktora için yüksek lisans zorunluluğunu talep etmiyorlar. Bunun için direkt lisanstan doktoraya kabul eden veya bir takım dersleri alma zorunluğu getiren programlar sunmaktalar. Doktora sürecinde bazı ilave dersler alınsa bile tekrardan bir yüksek lisans tezi yazmak için 1-2 yılın harcanmasına gerek yoktur. İkinci durum ise, yani yüksek lisansın mesleki eğitime katkı sunması ise kısa süreli ve meslek odaklı tezsiz programlarla çözülecek türden bir durumdur. Fakat burada şunu belirtmek gerekir; tezsiz programların faydalı olmasının koşulu daha fazla mesleki içeriğe sahip olmaları ve ücretlerinin de düşük tutulması ile mümkün olabilir. Tezsiz programlar bir ticarileşme gayretinden çok bu işleve hizmet etmelidir. Maalesef, özel üniversitelerin kamu üniversitelerine en büyük etkisi tezsiz program üzerinden gerçekleşen “ticarileşme etkisi” olmuştur. Bu tür programlar kamu üniversitelerinin ticarileşmesini hızlandırdı. Bazı kamu üniversitelerinin tezsiz program sayısı insanı şaşkınlığa çevirecek düzeydedir.

Dolayısıyla, kısaca mevcut haliyle yüksek lisans programlarının çok da işlevsel olmadığını düşünüyorum. Bu programların kaldırılması hem bunu talep edenlerin para/zaman gibi varlıklarından tasarruf edilmesini sağlayacak hem de akademisyenlerin ve kurumların zaman ve işlem maliyetlerini azaltacaktır. Mevcut haliyle yüksek lisans programlarına (buna tezsiz olanlar da dâhildir) bu kadar yüksek talebin olması emek piyasalarında işçi-işçi rekabeti ve yüksek işsizliğin bir sonucudur. Yani programa başvuranların önemli bir kısmının temel motivasyonu kendi formasyonlarını yenilemekten ziyade işyeri içindeki rekabetten veya iş bulma imkanlarını artırma isteğinden kaynaklanmaktadır. Eğitim bu şekilde araçsallaştırılmakta ve ortaya bu rekabetin sonunda bir “aşırı eğitim” dengesi ortaya çıkmaktadır. Sonuçta herkesin daha fazla eğitimli hale geldiği, fakat istenildiği gibi karşılaştırmalı bir avantajın ve faydanın ortaya çıkmadığını gözlemliyoruz.

Burada çok önemsediğim “doktora programı” konusundan biraz bahsetmek istiyorum. YÖK sayfasından elde ettiğim bir takım istatistikleri sizinle paylaşarak konuya başlamak isterim. İktisat bölümlerinin olduğu 209’a yakın üniversitenin yaklaşık 70’inde iktisat doktora programı var. Yani yaklaşık her üç üniversitenin birinde doktora programı mevcut (bazılarında birden fazla var). Öğrenci sayısı 1-5 arasında olan yaklaşık 40 doktora programı varken, diğer üniversitelerin önemli bir kısmında öğrenci sayısı 6-9 civarındadır. Büyük şehirlerin dışında doktora programı olan üniversitelerin öğretim üyesi sayısı 6-15 arasındadır. Öğrenci profili ise daha çok üniversitelerin kendi asistanlarından veya civardaki kamu kurumlarında çalışanlardan oluşmaktadır. Buralarda yapılan doktora çalışmalarının niteliğine dönük herkesin belirli bir düşüncesi olduğunu tahmin ediyorum.

Son dönemlerde kapanan lisans programları ile birlikte lisansı olmayan doktoralı programlar ortaya çıkmaktadır. Bu durum doğal olarak zamanla doktora programlarına talebi de tamamen ortadan kaldıracaktır. Yani iktisat bölümlerinin kapanması ile bu alanda öğretim üyelerine talep de düşecektir. Bu durum, özellikle özel ve Anadolu’daki kamu üniversitelerinden kaynaklanan bir talep daralması şeklinde olacaktır. Bu aynı zamanda doktora yapan asistanların da azalması ile birlikte büyük şehirlerdeki doktora programlarına olan talebi de düşürecektir. Şu anki problemlerden biri kapanan bölümlerdeki hocaların durumudur. Daha önce 3-5 hoca ile bölüm mü olur derken, şimdi nispeten daha az öğretim üyesi olması problemi hafifleten bir duruma dönüştü. Servis derslerinin de sınırlı olduğu bu üniversitelerde öğretim üyelerinin durumu çözülmesi gereken bir konudur.

Burada kritik olan diğer bir konu, büyük üniversitelerin doktora programlarıdır. Bu programlara daha detaylı bakmak gerekir. Her şeyden önce genel anlamda doktora programlarının çok temel bir takım sorunları vardır. Bunlardan biri ölçek problemi, yani yeterince doktora öğrencisinin olmamasıdır. Bu bir bakıma diğer üniversitelerin de programlarının yarattığı bir negatif dışsallık durumudur. Yani, her üniversite doktora programı açınca herkese az sayıda öğrenci düşmektedir. Az sayıda öğrencinin varlığı hem hocaların motivasyonunu düşürmekte hem de programın müfredatını daraltmak gibi ilave problemleri beraberinde getirmektedir. İkinci önemli konu, doktora programlarındaki işleyişle ilgilidir. İzlenen müfredat ve talep edilen akademik disiplin düzeyinde ciddi sorunlar vardır. Yeterlilik sınavı dahil sınav sisteminin zorlayıcı olmaması, doktora tezinin zamana endeksli olması ve insani ilişkilerle ilerlemesi çok temel diğer sorunlar arasındadır. Diğer önemli bir konu da, daha nitelikli üniversitelerin doktora programları konusunda yeterince inisiyatif almamış olmalarıdır. Bu anlamda, geçen uzun zaman diliminde Boğaziçi Üniversitesi’nin doktora programı açmak konusunda direnç göstermesini eleştirmek gerekir. Bunun için öne sürdükleri gerekçe, iyi öğrencinin zaten yurt dışına gittiği ve dolayısıyla iyi bir doktora programını sürdüremeyecekleri şeklindedir. Bu yüzden yaptıkları şeyin nitelikli bir yüksek lisans programı ile doktoraya gidenleri buna hazırlamaktan ibaret olduğudur. Bu gerekçe ikna edici değildir ve sorumluluktan kaçmaktır. Bunu sadece Boğaziçi Üniversitesi’ne dönük olarak ifade etmiyorum, diğer bazı üniversitelerin de bu konuda gerekli özeni göstermediğini belirtmek isterim. İnovasyon üzerine makaleler yazıyoruz fakat en önemli inovasyon kaynaklarından birinin ülke insanlarına kendi kaynaklarıyla evrensel değerler katmak olduğunu unutuyoruz. Bilim ne kadar evrensel de olsa onu bu coğrafyanın sınırları içinde diğer tüm kurumları ile birlikte üretmek gerekir.

Bu yüzden, doktora programlarının yeniden düzenlenmesi gerekir. Bunun için de büyük üniversitelerin aralarındaki koordinasyon problemlerini halletmeleri gerekir. YÖK’ün belirlediği bölgesel doktora programları daha önce denendi, bir ölçüye kadar eğitimi nitelik olarak homojenleştirdi. Fakat bunun iyi çalışmadığını biliyoruz. Büyük şehirlerde (İzmir, İstanbul, Ankara gibi) tüm üniversitelerin destek vereceği her ilde bir veya iki doktora programı açılabilir. Ben çok kısa sürede ortaya çıkacak ünle (reputation) birlikte çevre ülkelerden de bu tür nitelikli programa talep olacağını düşünüyorum. Dahası kendi öğrencilerimizi yurt dışındaki programlara gitmek zorunda bırakmayacağımız ve bir seçenek olarak gidebilecekleri nitelikli doktora programları oluşturabiliriz. Özellikle, günümüzde ders kitapları ve makalelerin internetle ulaşımı kolay olduğu bir dönemde tek eksik olan şey uzman hocalarla disiplinli çalışma alışkanlığıdır. Yurt dışına gidenler bilir, orada öğrendikleri tek şey hocalarının onlara kazandırdıkları yöntemler ve çalışma disiplinidir. Diğer yandan, iyi doktora programlarının olmayışı hocaların akademik üretimini de düşürmektedir. Yurt dışındaki hocaların bize göre daha iyi akademik çalışma yapma ihtimali onların üstün yeteneklerinden dolayı değildir. Bunda dünyanın farklı yerlerinden gelen veya ülkelerinde tutmayı başardıkları yetenekli ve çalışkan doktora öğrencilerinin etkisi oldukça fazladır. Bu ülkenin iktisatçıları bunu yapma yeteneğine ve potansiyeline sahiptir. Kurumsal ataletten dolayı bunu sadece kurumlardan beklemek zor olabilir, bu yüzden hocaların daha fazla bireysel inisiyatif almaları gerekir.