İktisatta birey: Cumalar ve Robinson Crusoe
Zenginin mal varlığı bir kuşku dağının ardına düşmektedir. Bu aynı şehrin farklı semtlerinde yaşamak gibidir, servet görünür değildir.
Yıldız Teknik Üniversitesi’nden değerli hocam Ercan Eren ile birkaç gün önce yaptığımız bir çevrimiçi (online) sohbetimizden hareketle iktisattaki güç ilişkileri ve gelir dağılımına dönük bir yazı kaleme almak istedim. Bu yazıda bireyin iktisadi hayatta özgürlüğünün ve refahının niteliğini tartışmak istiyorum.
İktisat biliminde ve özellikle ders kitaplarında birey genel olarak kendi çıkarını maksimize etmeye çalışan “homo economicus” olarak tanımlanır. İktisat modellerinde birey gerçek niteliklerinin dışında bir “canlı”dır. Bu yanıyla iktisadi birey psikolojide patolojinin konusu olabilecek türden “çıkar” ekseninde hareket eden, etkileşimi minimum düzeyde tanımlanan, aşırı düzeyde rasyonel ve hesapçı bir canlıdır. Bu tanımlamanın yaygınlık kazanmasında kısmen bireyi fazla öne çıkaran liberal dünya görüşü ve düzeninin etkisi olduğu gibi kısmen de iktisadi analizi sosyal ve politik kavramların gri alanından çıkarma gibi bir kolaylık sunması etkilidir. Çok sayıda iktisatçı kurumsal bir pedagoji geleneği ile edindiği iktisadi formasyonun farkında bile değildir, ki zamanla bunu fark etse bile değiştirmenin maliyetinden (yeni bir formasyon edinmenin maliyeti) dolayı bunu sürdürmek durumunda kalır. Bu mevcut durumu bir Dostoyevski karakterinin tersine itiraf etmekten de mutluluk duymaz. İktisatçıların (akademik veya pratisyen) genelinde sosyal olana ilginin azlığında bu formasyonun çok etkisi vardır. Bireyin ve firmanın faydasına bu kadar odaklanmak, sosyal olanın dışarda bırakılması, iktisatçının kendisini de dönüştürür. Yani peşine düşülen hayali bir kişilikle çıktığı bir serüvende zamanla ona dönüşme tehlikesi altında kalır. Fakat bu dönüşüm sancılıdır çünkü kafasındaki veya yaşadığı gerçeklikle hep çatışma halindedir. Bu durum iktisatçıda duygusal ve düşünsel bir ayrışmaya tekabül eder. Bu bir şizoid durumdur çünkü gerçek hayatta sosyal düşünür, fakat sınıfta veya çalışmalarında daha bireysel düşünür.
İktisatçının analiz niteliği birey tanımından çok etkilenir, diğer bir ifade ile iktisadi hayatı ne kadar sosyal gördüğü ile çok ilişkilidir. Bu anlamda iktisadi düşünme biçimlerini belirleyen şeyin özünde “sosyalliğin” düzeyi olduğunu düşünüyorum. Denge, düzenlilik, matematiğin kullanılma biçimi aslında sosyalliğin farklı tanımları ile pekâlâ anlaşılabilecek türden nosyonlardır. İktisadi düşünme geleneğini büyük oranda etkilemiş olan Leon Walras, ünlü matematikçi Henri Poincare’e gidip kendisine kurmak istediği matematiksel modeli anlattığında, Poincare buna itiraz eder ve insanların bu modeldeki gibi mekanik hareket etmediğini belirtir. Bu yanıyla kendisi bireyin nasıl tanımlandığının
kurulacak modelin içeriğini de belirlediğini ima etmiş olur. Bu örnekte de görüldüğü gibi iktisatçı düşünce anlamında daha az sosyal iken bir matematikçi daha fazla sosyal düşünebiliyor. Sosyal olan bütüncül, politik, kavramları daha bulanık, daha belirsiz, daha tarihseldir, fakat bence daha bilimseldir. Bu yüzden iktisatta birey ile bilimsellik arasında bir ödünleme söz konusudur. Sosyalliği dikkate almak illa sosyal olanı önemsemek veya başkalarına empati duymak anlamına gelmez. Bunun için iktisadın sosyal bir mekanizma içinde çalıştığını düşünmek yeterlidir. Analizi bireye indirgemek ciddi anlamda gerçeği kavrama konusunda kısıtlar oluşturur. Bu yanıyla, makro iktisadın mikro temelleri diye başlangıçta çekici gibi gözüken bir metodun belli bir düzeyden sonra anlamını yitirdiğini, bireyin (mikronun) içindeki makroyu (sosyal olanı) önemsizleştirdiğini ve ciddi bir bütüncül görme kayıplarına neden olduğunu zamanla daha iyi fark ediyoruz. İktisatçının bu anlamda
hikayesi daha fazla analitik olmak pahasına daha az bilimsel olmaktır.
İktisadi liberal düşüncenin toplumu fiktif bir unsur olarak görmesi aslında bu yaklaşımın başlangıç noktasıdır. Buna göre toplum diye bir şey yoktur. Tek tek bireylerden oluşan insan topluluğu vardır. Bu yüzden toplumun çıkarı diye de bir şey de yoktur. Bireylerin çıkarları vardır. Toplum insan toplamına verilen bir isimden başka bir şey değildir. Bugünkü ana akım iktisadın ruh babası olan Jeremy Bentham (1748-1832) toplumu üyeleri birey olan “fiktif bir kitle” diye tanımlar. Dahası bir toplumun çıkarı toplum bireylerinin çıkarlarının toplamından farklı bir şey değildir diye ifade eder.
Frederic von Hayek (1889-1992) de toplumu bireylerin toplamı için kullanılan uygun bir etiket olduğunu belirtir. Nobel ödüllü Robert Lucas birey-üstü bir kavramlaştırmaya gerek olmadığını, iktisadi analizin temelinde bireysel mikro temellerin yer alması gerektiğini belirtir. Bu şekilde makro ekonomi kullanımdan kalkmalı, mikro da gereksiz bir nitelendirme olmaktan çıkmalıdır demektedir.
Diğer bir liberal iktisatçı Ludwig von Mises (1881-1973)’in insanı devlet değil cellat asar derken, sosyal kolektiflerin bir gerçekliği olmadığını dile getirir.
Bu tür yaklaşımların sosyal olanı anlama konusunda gösterdiği direnç bence onları daha az bilimsel yaptığı gibi anlamanın alanını da daraltmaktadır. Sosyal olan bir hayalet değildir. Sosyal olan bazen bir ilişki biçimi bazen bir yönlendirme, bazen bir kurum, bir ahlak biçimi olarak veya bazen hem bilişsel hem de fiziksel varlığı ile bir baskı aracı olarak tezahür eder. Bu yüzden bireyin davranışları belirli bir kurumsal yapı içinde ortaya çıkar (özel mülkiyet, güven ilişkileri ve moral davranış gibi). Bu anlamda bireyler ancak belirli bir düzeye kadar otonomdurlar. Kararlarının önemli bir kısmını kurumların kısıtları altında vermek durumundadırlar. Dolayısıyla bireysel kararların tamamen bireylerin kendilerine indirgenmeyeceğini ifade etmek gerekir.
Ana akım iktisadın ders kitaplarında (ve büyük oranda akademik araştırmalarında) gördüklerimizin önemli bir kısmı “eşitlik” kavramı üzerine kuruludur. Birbirine eşit tüketiciler ve eşit firmalar, bir iktisat öğrencisinde “eşitsizlik algısı”nın oluşmasını engeller. Oysa satacağı tek mal “emek” olan bir işçi ile elinde makinası/parası olan sermayedar arasındaki ilişki bir eşitlik ilişkisi değildir. Bir hanehalkı tüketim probleminde bütçe kısıtı düzeyinin aslında “tüketici” farklılığına vurgu yapmak için kullanılmadığını biliyoruz. Herkes bu anlamda eşit düzeyde tüketici görünür. Zenginin mal demeti ile yoksulun mal demeti de eşit görünür. Neden iktisatta sürekli “yalnız adam” Robinson Crusoe’nın bir
metafor olarak kullanıldığı bu anlayışta yatar. Cuma bir köledir, soy ismi de yoktur, mülkiyeti de yoktur, zaman içinde kaybolan emeğin bir siluetidir. Bu yüzden iktisadi analizde yer almaz. Bu analizde herkes gibi Cuma da Robinson’dır. Bu kurgu ile aslında güç ilişkileri gözden kaçırılmaya çalışılır. Bu durumu, yani derslerde görmediği bu güç ilişkilerini, bir iktisat öğrencisi mezun olduğunda ve iş aramaya başladığında firma karşısındaki gücünü veya iş bulduğunda aldığı ücretle ne kadar hareket alanına sahip olduğunu gördüğünde anlamaya başlar.
Liberal düşünürler Milton Friedman ve Frederic von Hayek serbest piyasa kapitalizminin insanın özgürlüğünü en fazla geliştiren sosyal düzen olduğunu iddia ederler. Bu iddiaya göre, serbest piyasa tüketicilere/çalışanlara mallar ve işler konusunda oldukça geniş bir seçim alanı sağlar. Daha fazla devletin daha fazla bürokrasi anlamına geldiğini, bunun da daha az özgürlüğe karşılık geldiği belirtilir. Oysa, kapitalizmin özgürlükle ilişkisi onun gücü temerküz etme düzeyinde aranmalıdır.
İktisadi ilişkilerin her alanında güç vardır, gücü sadece getirip devlete yıkmanın mantığında büyük oranda negatif özgürlük kaygısı vardır, yani politik güçten azade olma isteği vardır. Oysa zordan azade olmak özgürlüğün sadece bir halidir. Özgürlük, özü itibarıyle bireyin tercihlerini gerçekleştirme halidir, yani pozitif özgürlüktür. Sokaktaki adamın iktisadi imkanlarına bakmadan kendisine bir baskı yapılmadığını ve istediğini yapabileceğini söylemek, zorunlu bir ilacı alamayan birine almama özgürlüğünü kullanıyor demek kadar anlamlıdır. Bu anlamda özgürlük sadece bir şiddetten azade olma durumu, yani bir güvenlik durumu değildir, istediğini gerçekleştirme kapasitesidir. Bireyin
toplumda onurlu bir şekilde yaşama imkânı bulmasıdır.
Liberallerin piyasanın yarattığı iktisadi gücü ve uzantısı olan diğer güçler (tekelleşme, firma gücü, finansın gücü, politik güç, kamuoyunu yönlendirme gücü gibi) üzerine yoğunlaşmak yerine devlet gücünün olası tehditlerini daha fazla önemsemek politik bir tercihtir. Oysa, insanlar gerçek özgürlük problemlerini devletin bize direkt tasallut olmadığı reel hayat içinde yaşarlar. Zengin insanların daha iyi doktorlara, daha iyi avukatlara ulaşma imkânı diğerlerine göre çok daha fazladır. Yani bu insanların özgürlük alanı diğerlerinin aleyhine genişlemektedir. Sizle girdikleri bir davayı kazanma olasılıkları çok daha fazladır. Bu aynen sarhoş iken araba kullanan birinin rassal anlamda şiddet kullanma özgürlüğü artarken sizin kazaya uğramama özgürlüğünüzün azalması gibidir. Bazılarının bu “hegemonik özgürlüğü“ yıkıcı dışsallıkları olan bir güçtür. Bu aynen hedge fon yatırımcılarının kendi aralarında oynadığı kumarın kontrolden çıkıp sistemik bir riske döndüğünde kendimizi işsiz
bulmamıza benzer. Serveti sadece biriktirirken değil aynı zamanda kullanırken de emekçi insanlar
zarar görmektedir.
Bugün geldiğimiz noktada eşitsizlik hayatın genel güzergahını belirlemektedir. Bir dönem liyakati önemsemenin eşitlik için önemli olduğunu ifade ettiğimiz aşamaları da geçtiğimizi düşünüyorum. Liyakat da artık büyük oranda servetin şekil verdiği bir yapıya dönüştü. Doğal yeteneklerin bir lotari sonucu rassal bir dağılımdan geldiği düşüncesi geçerliliğini kaybediyor. İktisadi güç nispeten doğaya teslim ettiğimiz bu dağılımı kendi lehine çevirmektedir. Liyakatın egemenliği diye nitelendirebilecek meritokrasi düzeninde artık zengin insanların sahip oldukları imkanlarla çocukları üzerinde daha fazla yoğunlaştığı ve eğitimlerine daha fazla önem verdiği bir durum ortaya çıkmaktadır. Nitelikli ve sınırlı arza sahip okulların önemli bir kısmında zengin ailelerin çocukları okumaktadır. İyi bir okula gitmeye hak kazanan çoban hikayelerinin gerçeği görmeyi zorlaştırmaktan başka bir işlevi yoktur. Varlıklı ailelerin çocukları hem daha fazla üniversiteye hem de daha iyi olanlarına gitmektedir. Bugün Yale Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okuyanların önemli bir kısmı en yüksek yüzde 1 gelir diliminde
olanların çocuklarıdır. Bu yanıyla, hayatta başarı oranı bir normal dağılım olmaktan çıkmaktadır.
Başarı gelirin bir fonksiyonuna dönüşmekte ve belirli ellerde yoğunlaşmaktadır. Denebilir ki, günümüzde emekleri ile zengin olan (sanatçıların, sporcuların, CEO’ların) çok sayıda insan vardır. Fakat bu insanların hem sayısı azdır hem de kazançları aynı meslek grubunda bulunanların kazançları ile düşünüldüğünde yeteneklerini aşan oranda eşitsizdir. Bu yanıyla yeni bir tür eşitsizlik ortaya çıkmaktadır, emek gelirleri arasında eşitsizlik. Emeği ile zengin olan bu insanların varlığı sisteme gereğinden fazla meşruiyet atfedilmesine neden olmaktadır. Oysa gidebildikleri vasat üniversiteler ve buldukları bayağı işlerle yığınlarca orta sınıf insanı bu insanlara özenmekle ve hayal kurmakla hayatlarını tamamlamaktadırlar. Oysa nesiller arası fırsat eşitsizliği algıların çok ötesinde yoksulların aleyhine artmaktadır. Hatta evliliğin kendisi dahi bir eşitsizlik kaynağına dönüşmüş durumdadır.
Bilimsel çalışmaların da gösterdiği gibi artık çok daha büyük bir olasılıkla zengin zenginle evlenmektedir. Bu servetin adil paylaşımını daha da azaltmaktadır.
Tüm bu sorunlar neden iktisatçıların daha yaygın bir şekilde gelir dağılımı, istihdamı ve güç ilişkilerini analizlerine dahil etmediklerini ve neden hala gelir dağılımı tartışmasının “fakir işi” bir bilimsel çaba gibi görüldüğünü ve kalkınmacı iktisatçıların empatilerinin ötesinde geçmediğini anlamak oldukça güçtür. Yeni yeni gelişen kapsayıcı büyüme modelleri (inclusive growth models) de problemin derinliğini anlamaktan uzaktır. Oysa her şeyi dönüştüren ve ekonomiyi ciddi anlamda bir güçlüler hiyerarşisine dönüştüren bu yapı analize dahil edilmediği müddetçe bilimsel anlam kayıplarının süreklilik kazanacağını ve bunu dikkate almadan geliştirilen politikaların da işlevsizleşeceği çok açıktır. Ben üretimin büyük oranda artan modern otomasyon imkanları ile artık iktisadın konusu olmaktan yavaş yavaş çıktığını, temel problemin istihdam ve gelir dağılımı problemi olacağını düşünüyorum. Bu yüzden artık istihdam yaratma potansiyeli giderek azalan firmalar için inovasyon guruluğu yapmanın da sosyal işlevi de azalmaktadır. Benzer şekilde üniversitelerin önemli bir kısmı firmalarda yükselmek isteyenlere yönelik program açmakla meşguller. Oysa firmalar değişen teknolojik imkanlarla daha da tekelleşme imkânı bulmaktadırlar. Özellikle teknolojinin nitelik değiştirmesi (yapay zekâ, internet kullanımı, platform firmaları, network etkileri) ortaya çıkan ölçeğe göre artan getirinin (firmaların büyümeleri halinde daha verimli olmaları) varlığı, rekabet koşullarını azalmakta ve sistemin tamamen oligopol ve tekelci yapılara evirilmesine neden olmaktadır. Daha da önemlisi firmaların büyümesini savunmanın en önemli dayanağı olan istihdam yaratma potansiyeli de bu teknolojilerle birlikte azalmaktadır.
İktisatta piyasaların en önemli işlevi diye sunulan tahsis etkinliğinin de aslında bir güç ilişkisi arka planına dayandığını görebiliriz. Tahsis etkinliği özü itibariyle tüketicilerin ihtiyaçlarının karşılanması yönünde ekonomik üretimin organize olmasıdır, firmaların bu tercihlerin tatmini yönünde hareket etmesidir ve bunun için rekabet etmesidir. Fakat şunu artık günümüzde çok net görüyoruz ki, ne tam rekabet koşulları söz konusudur, ne de tüketicilerin tercihleri büyük oranda kendilerinin tercihleridir.
Pazarlama teknikleri ile sürekli manipüle edilen insanların kendi tercihleriymişçesine hareket etmeleri, kapitalizmin firma gücünün görünmez oluşundan kaynaklanır. Firmanın veya servetin gücü o kadar büyüktür ki görünmez durumdadır çünkü her yerdedir ve zihnimizdedir. Direkt bir zorlama olmadığı için tercihlerimizin manipüle edilmediğini düşünüyoruz fakat tüketimin ihtiyacın ötesinde bir var olma biçimine hatta bir kimlik edinme biçimine dönüştüğünü görüyoruz. Liberal paternalizm denen tam da budur, dürterek yönlendirmek. Bu anlamda tahsis etkinliği yoktur, sadece bir gelir transferi mekanizması söz konusudur. Abartılı olabilir ama bunu İngilizlerin afyonla bağımlı kıldığı Çinlilere benzetiyorum. Çinliler de afyonu isteyerek alıyorlardı ve bunu kendi tercihleri olarak görüyorlardı. Oysa yaratılan bağımlılık bugün de bizim kontrolümüzün dışında bir gelir kapısıdır.
Son olarak şunu söyleyebilirim ki politikacılara güven azaldıkça tüm bu sorunlu alanların ortak problem çözme alanı da daralmaktadır. Bu konular etrafında bir kümelenmenin ortaya çıkması maalesef azalmaktadır. Buna gelir ve servet eşitsizliğinin görünür olmaması da eklendiğinde problem çok zorlayıcı hale gelmektedir. Çünkü zenginin mal varlığı bir kuşku dağının ardına düşmektedir. Bu aynı şehrin farklı semtlerinde yaşamak gibidir, servet görünür değildir. Görünür olmamak bu problemlerin çözümünde politik desteği istenilir düzeye getirme konusunda irade eksikliğine neden olmaktadır. İnsanların servete dönük algıları da bu tür problemlerin çözümünü zorlaştırmaktadır.
İnsanların yoksulluklarının kişisel bir durum olmadığını anlamları oldukça zor gözükmektedir. John Steinbeick’in bir sözüydü diye hatırlıyorum, Amerikalıların yeniden dağıtım politikalarını desteklememelerinin sebebini fakirlerin kendilerini “geçici olarak hayal kırıklığına uğramış milyoner”ler olarak görmeleridir. İnsanların bu kadar gelir eşitsizliğine tolerans göstermeleri herkesin bir gün zengin olacağı düşüncesidir. Bu düşünce oysa geçen her dönemde çok daha hayal-dışı hale gelmektedir.