Arada bir aklıma takılır, neden Allah kelimesinin yerine hiç düşünmeden Hak kelimesini koyarız? Allah-ü Teala yerine Hak Teala örneğinde olduğu gibi. Dertli bülbülün seher vakti “Haaaak” demesi gibi. Ne demek bu, niye Allah ve Hak sözcükleri birbirinin yerine bu kadar rahatlıkla, hiç yadırgamaksızın geçer? Kendisi de gani gani haksızlığa uğrayan ilahiyat profesörü Mustafa Öztürk’e sordum, “hocam arada bir etimolojik bağ mı var, nedir?” diye. “Hiçbir etimolojik köken birliği yok. Hak sıfat ismi” dedi. Allah kelimesinin etimolojisini Mustafa Hoca’nın tefsirinin ilk cildinden okumanızı öneririm. Ben birazdan hayli yararlanacağım yazdıklarından.
“Hak” (حقّ) kelimesinin etimolojik kökeninin, “taşa veya metale oyulmuş” (inscribed) anlamındaki “hakk”tan (حكّ) (İbranice) gelebileceğine dair bir spekülasyon okudum. Bu spekülasyonu olumlu anlamda destekleyen tek şey, (hem kazanılmış hak hem de gerçekliğinden şüphe duyulmayan, doğru bilgi anlamındaki) hak kelimesinin hakk’ın ima ettiği manada bir kayıtlılık ve sabitlik ihtiyacında olması. Eğer böyle bir köken birliği varsa, “hak etmek” yerine yanlış olarak yazılan “hakketmek” arasında yakın bir ilişki de bulabiliriz. Hakketmek, bir yanıyla bir şeyi sabitlemek, hak söz konusu olduğunda onu yerleş(ikleş)tirmek, diğer yanıyla herkesçe bilinir yani erişilir kılmak demek. Şöyle bir mantık yürütebiliriz: Üzerinde taşa/metale yazacak kadar oy birliği ettiğimiz, herkes için geçerli olması gerektiğinden kat’iyen şüphe duymadığımız şeylere hak ve onları taşa ya da metale, sabit, aşınması, kırılması zor yüzeylere, elbette müşterek hafızaya, yazma işine de hakketmek diyoruz. Hakları hakketmek, onları elde etmek değil, teslim ve tersim etmek (tanımak, resmetmek) anlamına geliyor şu halde. Hukuk sözcüğünün de bu kelimenin çoğulu olduğunu düşünürsek hak kelimesinin herkesin bildiği, üzerinde hemfikir olunmuş kurallar ve sınırlar olduğu sonucuna varabiliriz. Biraz daha zorlayalım mı kelimeler arasındaki bağlantıları: Hukuk, hakların hakkedilmesiyle yani herkesin bilebileceği şekilde kayda geçirilmesiyle oluşur. Hatta hukuk kelimesini teknik olarak komisyonlardan, meclislerden geçirilen yasadan daha geniş bir anlamda kullanırsak --ki onu da çoğu zaman “hak-hukuk” şeklinde tekrarlamak suretiyle pekiştirerek kastederiz-- üzerinde ne zaman uzlaştığımızı bile hatırlamaksızın, hiç düşünmeksizin, neredeyse bedensel bir refleks olarak uyduğumuz ve gözettiğimiz kaidelerden söz ederiz. Yasaya uyulmaması bir şekil kabul edilir de --mesela “kader kurbanı” denir yasaya uymadığı için cezalandırılan kimi insanlara-- hakka-hukuka uymama hali teyakkuz yaratır ahalide ve her birimizde. Bu teyakkuzun doğrudan yani dolaysız olarak şiddete dönüştürülmeyip oluşturulmuş kurumlar, mekanizmalar aracılığıyla dile/eyleme gelebildiği ve hayata yön verdiği topluluklar da toplum olurlar. Bu yüzden ahali arasında hak-hukuk diye pekiştirilerek konuşulan şey kastedildiğinde akademisyenler h’yi büyük yazar ve aradaki ilişkiyi öyle vurgularlar. O ilişki çoğu zaman Hukuk’a karşı hukuk şeklinde bir çelişkiyi ima eder. Yasa manasındaki hukuk ile hak-hukuk manasındaki Hukuk arasında dinamik ve diyalektik bir ilişki bulunur. Yasa Hukuk’un yerini almak ister. Büyük harfle başlayan Hukuk da yasaya direnir.
Hak-hukuk’a benzer bir pekiştirme de “hak ve hakikat” kullanımında karşımıza çıkar. Hakikat; gerçeklik, doğruluk anlamına gelir. Sözlükler öyle diyor. “Hak ve hakikat” pekiştirmesinde de “hak-hukuk”takine benzer bir durum var sanki. Herkesin bildiği, bilmeyi hak ettiği, bilmekle mükellef olduğu, sabitlenmiş, yerleşikleşmiş, üzerinde söz ve dil birliği edilmiş gerçek, hakikat. Herkes için, hepimiz için geçerli. Herkes kim, hepimiz’in kapsama alanı ne bahsini de yoklayacağız birazdan. Sağ popülist zırva üreticilerinin, hakikatin sözüm ona çoğulcu olması gerektiği konusundaki iddialarını boşverin. Hakikatin çoğulculuğu ancak onunla ilişkilenme yollarının özgürleşmesiyle, hakikatle özerk ilişkiler kurmakla mümkün olur. Yoksa onların yaptığı gibi hakikatin yerine işlerine gelen yalanı ikame etmekle değil. Onların kastettiği çoğulculuk bizi hakikat-sonrası (post-truth) bir karanlığa götürür o kadar.
Allah adının kökeniyle uğraşalım biraz. Mustafa Hoca rehberlik etsin bize. Kelimenin kökenine dair farklı geleneklerin önermelerini sıraladıktan sonra Allah kelimesinin “ilah” sözcüğünden geldiğini kaydediyor. Fakat “ilah” kelimesinin kökeni konusunda da türlü çeşit iddialar ve bu iddialardan türemiş başka gelenekler bulunuyor. Bunlardan birini takip edeceğim yalnızca. Çünkü yazının başlığında ima ettiğim “ecdat” öğretisiyle garip, bana da inanılması güç gelen bir ilişkisi var. Hemen söyleyeyim bilimsel bir iddia sunmuyor, bu kavramlar üzerinden biraz kendimize doğru uçalım istiyorum sadece.
“Müslüman alimlerin ‘ilâh’ kelimesini Arapçadaki farklı köklere dayandırma çabaları makul görünmekle birlikte konuyla ilgili görüş çokluğu/farklılığı başka bir ihtimali de akla getirir ve bu çerçevede ‘ilâh’ın İbranca ‘el/eloah’ (çoğulu: Elohim) kelimesiyle irtibatlı olduğu söylenebilir. ‘El’ (Akkadca’da ‘ilu[m]’, Kenanca’da ‘el’ veya ‘il’), Sami gelenekte Tanrı’yla ilgili en eski isimdir. Kelimenin etimolojisi ihtilaflı olmakla birlikte genel kanaat ‘güçlü olmak’ manasındaki ‘yl’ ve ‘wl’ kökünden türediği yönündedir. El, ‘El-Elohei-Yisrael’ (El, İsrail’in tanrısı) ifadesinde olduğu gibi Tanah’ta (Eski Ahit) Tanrı’nın özel ismi olarak kullanılır; ancak bu kullanım seyrektir. ‘El’in türevi olan ‘Eloah’ (Aramca ‘elah,’ Arapça ‘ilah’) da İbranca’da Tanrı demektir.” (İlâhi Hitâbın Tefsiri-1, Ankara Okulu Yayınları, 2018, s. 168)
Buradan sonrasına geçmeden önce bir kez daha tekrar etme ihtiyacı hissediyorum. Derdim sözcükler arasındaki hem ses benzerliği hem etimolojik çağrışımlardan yola çıkarak bir zihinsel alıştırma yapmaktan ibaret. Sonunda bu alıştırmayı götürüp bağlayacağım yer ise, elbette en son örneğini orman yangınlarında gördüğümüz bir dizi manzara olacak.
İL KİME KALIR, TÖRE NEREYE GİDER?
Başlıkta gönderme yaptığım ecdat sözü yaygın olarak “il/ẽl gider, törü/töre kalır” şeklinde hatırlanıyor. Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lügat’it Türk’ünde de kayda geçmiş, bizim yerli-milli edebiyat konusu kâh devlet kâh töre olan büyücek bir romantizmle sık sık alıntılasa da tam olarak yerinde ve bağlamında irdelendiğine en azından şimdilik pek rastlamadığım ama önemi konusunda hemfikir olduğum bir öğüt.
Bahaettin Ögel, Türklerde Devlet (Başbakanlık Basımevi, 1982) kitabının bir ara başlığında sözü direkt “yurt gider, töre kalır” diye anıyor (s.155). Fakat sözün aslı Divan-ı Lügat’it Türk’te “ẽl qalır törü qalmãs” şeklinde yazılmış. Baştaki o “ẽl”in yurt değil de “ẽl” olmasının bir manası olmalı. Bu sözcük gene “töre” kelimesiyle birlikte Orhun Kitabeleri'nde şöyle geçiyor: “Olurupan, Türük bodunıng ilin törüsin tuta birmiş, iti birmiş.” ([Tahta] oturarak Türk halkının devletini, yasalarını yönetmiş, düzenlemişler). Taht, ahali (budun), devlet (il?) ve töre sözcüklerinin cümlede birbirlerinden farklı varlıklar olarak sayıldıklarına dikkatinizi çekiyorum. Bu dizilim, bugünkü “yerli-milli” kullanımından daha gelişkin bir siyasi düzeneğe işaret ediyor. Malum-u aliniz “yerli-milli” tamlaması beraberinde “Tek vatan, tek devlet, tek millet” şeklinde ikrar edilen ve çağrışımları hiç de hoş olmayan bir “toplama” işleminin bomboş göstereni aynı zamanda (1); bu dördünü yekvücut olmaya çağıran, onları yalnız kurumsal mimari bağlamında değil mevcudiyet manasında da birbirinin içinde eritmeye yönelik bir barbarlaşma ideolojisinin sloganı.
Peter B. Golden, “ẽl qalır törü qalmãs” sözündeki “ẽl”i “realm” sözcüğüyle karşılıyor. “Realm” da yerine göre “alem, memleket, dünya, diyar, ülke” gibi anlamlara da, “devlet, imparatorluk, krallık, yetki sahası” gibi anlamlara da gelebiliyor. Bu nedenle il/ẽl sözcüğünün içerdiği tanrısal/mistik/gizemli belirsizliği tam olarak karşıladığı ortada. İl/ẽl sözcüğünün tarih içindeki yolculuğu da bütün bu anlamlara temas ederek şekilleniyor sanki. Golden şöyle çeviriyor İngilizceye sözü: “The realm may be left behind but not custom.” İl/ẽl’in tarihsel yolculuğuna ve kapsayıcılığına pek benzeyen realm’ın hakkını vererek Türkçeye bir daha çevirince ecdat öğüdünün konusunun, Ögel’in yorumundan çıkan yurt/töre çelişkisinden ibaret olmadığı iyice anlaşılıyor: “Devlet/imparatorluk/krallık (hatta) alem/dünya, (haliyle) memleket/diyar/ülke geride bırakılabilir/kalabilir belki, (lakin) törü/töre bırakılmaz/kalmaz.” Eyvah eyvah bu mevzu nerelere gidiyor demeden önce, törü/töre kelimesi için de Golden’ı takip edelim mi biraz?
“Kutadgu Bilig, töre kelimesini adalet manasında da kullanır. Örneğin, idi edgü beglik taqı edgürek törü ol anı tüz yorıtğu kerek: ‘Beylik çok iyi bir şeydir, fakat ondan da iyisi beyin adaletle hükmetmesidir.’ Anlaşılan, ẽl törü tüm kurumlarıyla şekillenmiş bir devlet anlayışının ifadesidir. Orhun Kitabeleri’nde sık sık karşımıza çıkar.” (s.37)
Yani devlet il/ẽl ya da törü/töre değil, il/ẽl törü, hem il/ẽl olacak hem törü/töre olacak ki devlet olsun. İlle de ikisi birden olacak. Yukarda bunlara budunu/ahaliyi ve bey’i de eklemiştik. Yani hem dünya/memleket/diyar/ülke olacak, hem adalet olacak devletin var olması için. O da çok acayip, çünkü adalet anlamına gelen kelime zamanla, aslına bakarsanız alem/dünya/krallık/beylik ihtiyarladıkça, dil eskidikçe adet, görenek anlamına gelmekle yetinmeye başlıyor. Azalıyor yani, epriyor, kokuşup kekremsi bir rayiha alıyor.
Fakat bitmedi, bir katman daha eklememiz icap ediyor mevzuya. Çünkü il değil ama ẽl sözcüğü aynı zamanda “yabancı” anlamına da geliyor Türkçede; “el oğlu” ya da “el kızı”nda olduğu gibi. Buradan da şöyle bir spekülasyon yapabiliriz: Belki de il ve ẽl tam olarak aynı şeylerdir. Aklıma Aristoteles’in dostluk risalesi geliyor (2). Benim il’im ẽl’in nezdindeki yerimdir. Öyle ise il ve ẽl arasındaki ilişki hiç de tesadüfi olmasa gerektir. Her iki kelime de yer edinmeye, yerleşmeye çalıştığım alemi işaret eder. Yerleşmek kelimesi bizi doğrudan doğruya hak/hakk kavramlarına bağlar. Nasıl olacağız, birlikte nasıl yaşayacağız, benim senin, senin benim nezdimde il’in, yani ‘biz’im il’imiz neresi olacak? Birbirimize nasıl ẽl olacağız? Bu soruların cevabını nereye, nasıl hakkedeceğiz? Yerleşikliğe geçişte sorulan temel sorular bunlara benzer şeyler olsa gerek.
İl/ẽl gördüğünüz gibi dünyayla temasın tüm katmanlarını ve biçimlerini kapsama gücüne sahip. Tıpkı en başta sözünü ettiğim “hak/hakk” ikilisi gibi. Tabii ki aklıma hemen Arapçada ve başka dillerde zaman yolculuğuna tanrı/tanrılar manasına evrilmek suretiyle devam etme ihtimali bulunan ve Akkadca “güçlü olmak” manasındaki il/ẽl’in, Türkçede ondan başka ama çok da uzak olmayan bir zaman yolculuğu daha yapması ihtimali geliyor. Bu ihtimal, göçebe Oğuzların bir kısmının yollarının, İslam’a ihtida etmeden evvel, kelimenin yolculuğunun vuku bulduğu Yahudilik “realm”inden geçtiği hakikatiyle de güçleniyor. Tabii ki bir kaideye dönüştüğünü söyleyemeyiz. Dediğim gibi yalnızca bir zihinsel egzersizden ibaret bütün bu yazdıklarım. Ama bir yanımın, kelimeler bazı anlamlara tesadüfen gelmezler ve her zaman değilse bile kimi zaman kimi benzer seslere yüklenmiş anlamlar da birbirine benzeyebilir, hatta birbiriyle dayanışabilir dediğini de itiraf etmeliyim.
Elimizde ne olduğuna şöyle bir bakalım:
İki harften mürekkep ve “güçlü olmak” (kut kelimesinin de andırmıyor değil bu anlamıyla) anlamına gelen bir kelime, il/ẽl, öyle tuhaf yolculuklar yapıyor ki zamanda, bir dilde tanrı/tanrılar manasına kadar erişiyor ve o tanrılar bir şekilde “hak/hakk” hattına bağlanıyor. Kelime o dilde bu yolculuğu yaparken komşulaşmış bir başka dildeki hicretinde, hem “diyar/ülke/alem/krallık/beylik” ve hem de aynı zamanda “yabancı” anlamlarına erişebiliyor. Yine o dilde adalet manasına gelen törü/töre ile halvet olup devleti doğuruyor. Hal böyle olunca, “il/ẽl gider, törü/töre kalır” sözünün “yurt gitse de töre kalır” anlamından biraz fazlasına tekabül ettiğini düşünmeye başlıyorum. Eğer törü/töre yasadan ibaret değilse, adalet anlamına da geliyorsa; diyar geride kalsa da adalet bakidir anlamını da verebilir. Tersinden okuyunca, “Törü/töre kalır, il/ẽl gider,” çok acayip bir mana çıkıyor meydana: Adalet bakidir, diyar/memleket/alem/krallık geride kalır. Hatta şu anlama bile gelebilir biraz zorlarsak: Sizden geriye kalacak olan şey il/ẽl değil töre/törüdür.
Geçtiğimiz on günde şahit olduğumuz orman ya da il/ẽl yangınları, il/ẽl, törü/töre, Allah/hak sözcüklerinin birbirleriyle kudret doğuran ilişki ağları kurdukları bir zihinsel coğrafyada vuku buldu. Dediğim gibi, sözcüklerin delikanlılık çağlarındaki anlamlarına odaklanarak yapıyorum bu egzersizi. Bir il/ẽl yandı, kavruldu. Peki o yangın sahnesinden geriye tam olarak ne kaldı? Kül olan, duman olan, eriyen neydi; geriye kalan ne oldu? Neyi gördük canımızı kavuran ateşin perdesinde?
KIYAMETTEN SONRA
Daha yangın devam ederken tüm ormanları kendi tek taraflı, denetlenemez yetkisi altına aldı biri. Sonra gidip henüz evleri yanmakta olan insanlara kira öder gibi paralar ödeyerek yeni evlere sahip olacaklarını, bunun için hayat boyu borçlanma hakkına kavuştuklarını vaat etti işini bilen bir emlakçı edasıyla. Onun el verip seçtirdiği biri, “evi yanmayanlar yeni evleri gördüklerinde keşke benim de evim yansaydı diyecekler” dedi. İl/ẽl’deki yangını söndürmek için dayanışma Hukuku’nu işe koşanların karşısına kendi yasasını çıkartmaya çalıştı. Yetmedi, hayattaki tek gaileleri ona bağlılıklarını bildirmek olan bir takım güruh, sırf Hukuk oluşturmasın diye dayanışmayı sabote etmeye kalkıştı. Buna rağmen dayanışma Hukuk’u onun hukukunu alt etti, bir yolunu bulursa daha fazlasını yapabileceğini ortaya koydu. Öyle ki, bey’in en çok korktuğu şey il/ẽl ve töre’nin birbiriyle yeniden muhabbetli bir ilişki kurması oldu. Yani ahalinin el birliğiyle, il/ẽl birliğini, yani töre’yi, adalet ihtimalini yeniden yeşertmesi. Belli ki sabotajları çoğaltarak sürdürecek. Çünkü artık geri dönülmez o yeri aştığının farkında. Törü/töre’yi askıya alarak il/ẽl’i kendi mülkü kılma arzusunun akamete uğramakta olduğunu görüyor. Ondan geriye her türlü afet karşısındaki kasıtlı ve kibirli acziyeti kalacak.
Olduğu yere ne söyleyerek çıktığı ile tırmandığı zirveden ne söyleyerek düştüğü sorularına cevap verdikçe bu son 20-30 yılı anlamlandırmaya başlayacağız. Tekrar tekrar soracağız bu soruyu kendimize. Sorduğumuz andaki halet-i ruhiyemizle, kimi zaman birbiriyle çelişen cevaplar vereceğiz. Sonra o cevapların muhasebesini yapacak ve bundan sonraki Hukuk’u böyle tesis edeceğiz müşterek il/ẽl’imizde. Şimdilik görebildiğimi söyleyeyim: Hak ve Allah kelimelerinin aynı anlama gelebileceği umudu çıkarmıştı onu zirveye. Zira ne zamandır Hak sözcüğünün yoldaşı olan Hukuk yerini hukuka bırakmış, köşeye sıkışmıştı. Tırmanış yıllarında il/ẽl’deki barış ve adalet, yani törü/töre ihtiyacına seslenmişti. Şahsen ona hiç inanmadım, inananlara da hep şaştım, ama bu artık tartışmaya bile değmeyecek kadar küçük ve gereksiz bir ayrıntı. Her memleket, her alem kendini tazelemek için bir kıyamete ihtiyaç duyar. Biz de onun “öncü”lüğünde o kıyameti yaşadık, yüzleştik müşterek il/ẽl’imizin en karanlık, en kuytu köşeleriyle. Arzu ettiği yere tırmandığı ölçüde il/ẽl’de barış ve adalet hiç olmasın/olamasın diye uğraştı, çünkü bu ihtimal gerçekleşirse onun kendini gerçekleştirme şansı hiç olmayacaktı. Daha geldiği an bir komşu ülkenin işgaline ortak olmak isteyen biriydi o sonuçta. Yani hem ne olmak, hem biz’i(mle) ne yapmak istediği kısacık dinlenme molasından sonra siyaset alemine döndüğü ilk andan beri belliydi. Hatta mola öncesinde de çok alametler vardı görmek isteyene.
Neyse, geçti artık... Sıra şimdi hep birlikte ondan sonrasına bakmakta, hazırlanmakta. Buna mecburuz, çünkü onunla bir sonra yok, ona bile yok. O bile hayal etmiyor, edemiyor kendisinin dahil olduğu bir sonrayı. Kendi masalına, menkıbesine hapsolmuş vaziyette yanıyor. Ormanlardan savrulan alevlere bakıyor ve sanıyor ki yanan ahalinin evidir, yerine beton kütleler döküp taksitle satarak abad olacaktır şerikleriyle birlikte. Yanan onun tahayyülündeki devletin ta kendisi oysa. Hatta ondan sonraki devlet de şekilleniyor aynı yangın yerinde, henüz yangın devam ederken kuruluyor. Tıpkı 1999’daki büyük depremden sonra, bizim, yani ahalinin devleti, kendi ellerimizle enkazın altından tanımadığımız cesetleri çıkartıp, birbirimizin yarasını sararken kurduğumuz gibi, şimdiden sonraki devleti de yanık tenlerimizi sarıp geriye kalan izlerden bir gelecek haritası çıkartarak kuracağız. Ama bu sefer, ne olursunuz, bu sefer kimselere kaptırmayalım Hukuk’umuzu. Kimsenin bizim dayanışma Hukuk’umuzdan kendine zorba bir hukuk çıkarmasına izin vermeyelim. Öyle bir hakkedelim ki haklarımızı, bir daha kimse onları eritemesin iktidar sıtmalarının ateşinde. Bunun için son 20-30 yılın muhasebesini birbirimizin gözünü oymadan yapmanın da bir yolunu bulmalıyız. Şu can yangınından bunu yaparak çıkabilirsek var ya!!! Siz o zaman görün il/ẽl’in nasıl şenlendiğini, törü/töre’nin zorbalık değil yeniden adalet anlamına gelmeye başladığını, uzun sözün kısası sözcüklerin tekrar delikanlılık çağlarındaki manalarıyla parladığını.
Allah diyenler aynı sözcüğün hak manasına geldiğini unuttukları için yanıldılar ve yenildiler nefislerine. Allah’ı haktan, il/ẽl’i Hukuktan/adaletten ayrı düşününce kendi evlatlarının gözünde bile yitirdiler itibarlarını. Onlardan geriye yalnızca utanç çukurları kalacak, şüphemiz olmasın. Bir müddet, hem de uzunca bir müddet, bu kelimeler, Allah ve hak aynı anlama gelmeyecekler artık. Mü’minler ahalinin nezdinde bu ikisinin yollarını derin uçurumlarla ayırdılar. Sırf o uçurumların üzerine kurdukları asma köprülerin başında durup ahaliyi haraca kesebilmek için. İşte bu yüzden, seher vakti bülbül “hak” diye seslendiğinde hepimizi birbirimizin hakkını gözetmeye ve il/ẽl’i yeniden Hukuk’la kurmaya çağıracak. Adaletin, bir umut olarak bile var olmadığı her il/ẽl’in barbarlaşmaya mahkûm olduğunu bir kez daha idrak ettik bu kıyametle. Bundan sonra ne olacağını, yanıp küle dönen il/ẽl’imizi kurarken idrak ettiğimiz bu hakikate ne kadar dayandığımız belirleyecek.
1- Boş gösteren olsa, içini biz doldurabilirdik, bomboştan kastım içi doldurulamayacak şekilde boşaltılmış, içeriğinden boşanmış, kelime anlam[lar]ıyla arasındaki tüm bağları yitirecek kadar eprimiş, kekremiş harfler yığını.
2- Nikomakhos’a Etik, sekizinci ve dokuzuncu kitaplar, pek çok çevirisi var Türkçede.
3- Töre kelimesinin ne kadar kötü çağrışımları olduğunu ben de biliyorum. İlk aklımıza gelen de töre cinayetleri. Bir kez daha vurgulayayım, sözcüğün bugün bunca berbat bir anlama (gelenek/görenek/adet) gelmesi, o kelimeyi doğuran ihtiyacı ya da dinamiği unutturduğunda başlıyor felaket. Benzer bir durumu yurttaşlık kelimesinde de yaşadık. Ayağımızın altındaki en sağlam zemin olan yurttaşlık, ancak onu “nasılsa ve zaten verili” bir şey olarak var saydığımız anda parçalanıverdi. Şimdi onu da tıpkı hukuku, anayasayı, en sıradan ve doğal kabul ettiğimiz hakları yeniden talep ederken yaptığımız gibi yenilememiz icap ediyor. Bu, kimilerimize “hadi ya baştan mı başlıyoruz? Öncekini de becerememiştik, bizden bir şey olmaz” bıkkınlığı verebilir elbette. Ama kimilerimize, “ohhhh yeniden başlıyoruz, ferah ferah yeniden kuracağız her şeyi” hevesi vermesine kim engel olabilir? Benim içimden de bir şeyler, “temkinli umut” tavsiye ediyor. Fakat bir yandan da diyorum ki, ne yani, sırf kötü şeyler olduğunda “yanılmışım” dememek için umudun verdiği enerjiden vaz mı geçelim şimdi? Kaç gündür takip ettiğim gruplardaki konuşmalardan, bölgeden aldığım mesajlardan bu duygunun ne kadar yaygın olduğunu da hissediyorum. Kâh felaketin büyüklüğü karşısında kapıldığımız dehşet duygusuyla, kâh dayanışma sahnelerinin duygu yüküyle gözlerimiz yaşlı. Öfkemiz öze dönük yıkıcılığa ve hınca dönüşmüyorsa dayanışma Hukuku’nun yarattığı “evinde” olma hissinden. Tamam, karamsarlarımıza ihtiyacımız var temkinli olmak için. Bir umudumu da karamsarların haklı çıkmaktan yorulmuş olmaları ihtimaline bağladım.