Yoksul hanelerden mahalle esnafına, fabrikalardan şirket ofislerine, tarlalardan süpermarketlere kadar yoğun kar fırtınası eşliğinde gelen astronomik elektrik ve gaz faturaları yağışı yurt sathında etkili olurken, vatandaş tepkileri de büyüyor. Toplu fatura yakmadan elektrik şirketi binalarına yürüyüşlere kadar bir dizi protesto eylemi ortaya çıkıyor. Eylemler, batıda olduğu kadar Kürt illerinde de oldukça yoğun. Öyle ki Yeni Şafak ve benzeri iktidar organları, protesto eylemlerini ‘HDP provokasyonu’ olarak yaftalamış bulunuyor. (Yeni Şafak, 7/2/2022) İşte tam bu sırada, HDP’li milletvekilleri arasında yaşanan ilericilik-gericilik tartışması hem laik hem de İslamcı medya tarafından gündemleştirilerek öne çıkarılıyor.
AKP yanlısı çevreler, kendilerine Meclis kürsüsünden ‘gerici’ dendiği için alınganlık göstererek HDP İstanbul Milletvekili Oya Ersoy’un manevi değerleri aşağıladığı iddiasında bulundular. Laik çevreler ise HDP’li vekili destekler mahiyette açıklamalarda bulunuyor, ‘gericiye gerici denir’ gibi başlıklarla makaleler kaleme alıyorlar. Bu eksende HDP içinde bir tartışmanın ortaya çıkışı her iki kesimi de ziyadesiyle memnun etmiş olmalı. Laiklik-dindarlık ekseni, Kürtleri ya da solcular ve Kürtler arasındaki birliği bölme potansiyeli taşıyor olabilir. Memnun olunan konu bu.
Nitekim, laiklik-dindarlık ekseninde HDP içinden ifade edilen görüş ayrılıkları, HDP dışı sol için önemli bir gündem oldu. İstanbul milletvekili Ersoy’un Kürt hareketinden değil Halkevleri başkanlığından geliyor oluşu (Kürt olmayışı demek isteniyor) özellikle vurgulandı. Buna karşı HDP’li dindar seçmenin göstermesi muhtemel tepkinin ifadesi olarak Hüda Kaya ve Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun getirdiği eleştiriler ise ‘şeriatçılık’ damgasını yedi.(Tolga Şirin, 8/2/2022 T24.) Emre Kongar, daha da ileri giderek Hüda Kaya’nın bu eleştiriyi yapmak suretiyle arkadaşını ‘ihbar’ ettiğini söyleyecek kadar coştu (8/2/2022 Tele1).
HDP dışı solun önemli bir bölümü için Kürt sorununun dillendirilmesi, Marksist gelişme şemasının sunduğu varsayılan hizayı bozması açısından sakıncalı bulunuyor. Buna göre, emek-sermaye çatışmasının dinamikleri, kimlik temelli siyaset tarafından saptırılmakta, bloke edilmekte, ertelenmekte hatta geriye döndürülmektedir. Burada kimlik siyasetinden kasıt, bu sol çevrelerce çoğu zaman ‘etnik milliyetçilik’ olarak aşağılanan Kürt meselesidir. Öyleyse, Kürt siyasetinin tarihin akış yatağından hangi suretle olursa olsun çekilmesi, ilerlemeyi yeniden hizaya getirecektir. HDP içinde beliren görüş ayrılığı, işte bu geniş tarihsel ve diyalektik bakış açısı içinde değerlendirilerek memnuniyetle karşılanıyor ve işleniyor.
Tartışmaya AKP ve Saray penceresinden bakılırsa, daha büyük bir memnuniyet görülecektir. Bütün hesaplar, Erdoğan’ın iktidarda kalma stratejisini HDP seçmenini bölmek üzerine kurması gerektiğini gösteriyor. Bu amaçla yakın zamanda İmralı-Edirne ikilemi üzerinden önemli bir girişimde bulunmuştu. Buna göre Öcalan, Demirtaş’ın izlediği siyasal çizgiden memnun değildi. Erdoğan, bu anlaşmazlığın seçimlerde kendisinin ve partisinin desteklenmesi çağrısı üzerinden olduğunu ima ediyor. Bu yol, İstanbul yerel seçimlerinde oldukça geç bir aşamada denenmiş ama başarılı olmamıştı. AKP açısından bu başarısızlık, Demirtaş’ın cezaevinden aksi yönde yaptığı açıklamalara bağlanmıştı. Aynı yöntem bu kez son dakikaya bırakılmadan bir kez daha deneniyor. Tabii bunun yanında parti kapatma davası ve HDP’ye yönelik nefret söylemi niteliği arz eden retorik de sürekli hız ve şiddet kazanıyor.
Ama Kürt siyaseti içinde olduğu varsayılan tartışma, aslında siyasal iktidarın uzunca bir süredir üzerinde çalıştığı daha kapsamlı bir seçim stratejisi olan laiklik-İslam üzerinden bir toplumsal kutuplaşma yaratma çabası ile örtüşüyor. Seçimlere kadar olan süre boyunca Diyanet İşleri Başkanı, tarikat şeyhleri, İslamcı siyasetçiler ve benzerlerinin daha kışkırtıcı beyanlar ve fiillerle sahnede daha çok görünür olacakları beklenmelidir. Öte yandan, kutuplaşmayı provoke etme amaçlı siyasal İslamcı performans içinde iktidarla ‘iltisaklı’ olması muhtemel başka faillerin de yer alması kaçınılmaz.
Yakın zamanda aynı gece içinde cereyan eden iki tuhaf vaka, yukarıdaki gözlemleri doğrular nitelikte: Samsun Atatürk anıtını yıkma ve Edirne Uzunköprü’de adalet heykelini yakma girişimleri. İki girişim de laik kitleler arasında tepki oluşturdu. Samsun’da halk, anıtın çevresinde nöbet başlattı. Laik basın ve medya, heykellere yapılan saldırılara ve yurttaşların tepkisine geniş yer verdi. İslamcı çevreler ise bu tepkileri abartılı bulan yorumlarda bulundular. Bu yorumlar, heykelleri ‘cahiliye’ dönemi putlarına benzeten imalar içeriyor ve İslam inancına göre bu tür anıtların değil sadece Kabe’nin tavaf edilmesi gerektiğini vurguluyordu.
Karşı karşıya olunan durum, birçok yönüyle cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki Kemalist ‘Kulturkampf’ deneyiminin tersyüz edilerek yeniden uygulanma çabası adeta. 1930’ların laik iktidarının ‘şeriatçılık’ ve ‘gericilik’ yönelimlerini ceza konusu yaparak toplumun bütününü seküler disipline zorlayan pratikleri aynı şiddetle bir kez daha ama tersinden yürürlüğe giriyor. İslamcı iktidar, ‘dini ve manevi değerlere aykırı’ yönelimleri ceza konusu yaparak toplumun bütününü İslamcı disipline zorlama eğiliminde. Cumhuriyetçiler, bir yandan modern eğitimi kurumsallaştırıp yaygınlaştırırken bir yandan da geleneksel dini yapıları kontrol altına almışlardı. Günümüzün İslamcı iktidarı ise dini yapıları yaygınlaştırırken eğitim kurumlarını kontrol altına alarak dindarlaştırma yoluna gidiyor. Her iki pratikte de eğitim ve din, başat ideolojik aygıtlar. Ordu, polis ve yargı da şiddet aygıtları olarak asimetrik anlamda aynı işlevleri görüyor.
HDP milletvekili Ersoy’un yaptığı konuşma bu gidişata yönelik kaygıların oldukça sert bir dille ifadesi olarak okunabilir. Terminolojisi itibarıyla Cumhuriyet tarihinin Kulturkampf sürecini çağrıştırma ve asıl hedefi olan siyasal iktidarın ötesinde toplumun dindar kesimlerine yönelik olarak algılanma risklerini taşıyordu. Bu riskler laik solcuları coşturduğu kadar partinin dindar milletvekillerini de kaygılandırmış bulunuyor.
Siyasal iktidarın seçime yönelik iç içe iki stratejisinin Kürt seçmeni bölmek ve bir tersinden- Kulturkampf algısıyla dindar-laik kutuplaşması yaratmak olduğu ortada. Üçüncü stratejik ihtimal olan dış çatışma yaratarak milliyetçiliği coşturmak, uygunsuz koşullar nedeniyle şimdilik ufukta görünmüyor.
Kulturkampf terimi adını Bismark’ın ondokuzuncu yüzyıl sonlarında Katolik Alman kurumlara ve kitlelere karşı yürüttüğü laiklik mücadelesinden alıyor. Tarihçiler, Prusya devletinin şiddet ve ideolojik aygıtları eliyle yürütülen bu anti-Katolik mücadelenin önemli bir amacının Polonya topraklarındaki ulusal uyanışı baskı altına almak olduğunu gösteriyorlar. Laikçi Kulturkampf silahıyla vurulan üçüncü kuş ise, dinsel arzuları kışkırtarak siyasetin eksenini gelişmekte olan işçi hareketinden başka yöne çevirmek, işçileri sınıf mücadelesinden uzak tutmak olmuştu.
Samsun ve Edirne’de yaşanan heykel saldırılarının karakışın ortasında enerji krizi yaşandığı sırada cereyan ettiği doğrudur. Ama aynı zamanda motokuryeler ve süpermarket çalışanlarından başlayarak yükselmekte olan bir grev ve işçi direnişleri dalgasıyla da eşzamanlıdır. Aynı esnada, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, Şırnak’ta bir general tarafından askeri törenle karşılanarak kolorduya bağlı birlikleri teftiş etmektedir. Tersinden-Kulturkampf daha yeni başlıyor.