İlham veren bir usta: Avni Lifij

Bir ressam düşünün, hiç akademik eğitim almamış ama yaptığı ilk otoportre o kadar başarılı ki “İstanbul’da sana öğreteceğimiz bir şey kalmamış” denerek 1909’da bursla Paris’e gönderiliyor. Avni Lifij’e Paris kapısını açan “Pipolu Otoportre”, Sabancı Müzesi’nde 12 Ocak 2020’ye kadar devam eden sergide sizi karşılayan ilk resim.

Abone ol

Merhum sanat tarihçisi Prof.Dr.Semra Germaner, Türk resmini anlattığı derslerinde Avni Lifij’den bahsederken “Türk resminde alegori çalışan isim çok azdır. Onun en önemli eserleri alegorileridir” derdi. Gerçekten de Lifij’in Paris dönüşünde yaptığı alegorilerini, çağdaşı olan Fransız sembolistlerinin eserleriyle karşılaştırmak mümkündür. 1923 tarihli “Akgün” ve “Karagün” alegorilerinde, açıkça Kurtuluş Savaşı’nı betimlediği bilinmektedir. Figür içeren diğer alegorileri ise anlamı çözülememiş, muhtemelen sanatçının sadece kendisi için yaptığı kompozisyonlardır. Sabancı Müzesi’nde açılan sergide Lifij’in ilk otoportresinin ardından diğer eserlerini incelemek ise sanatçının Paris’te ne öğrendiğini açıkça görmemizi sağlıyor: Kompozisyon bilgisi. Lifij, kalabalık figürlerle olay anlatımı konusunda yetkinleşmiş bir sanatçıdır ancak kısacık ömründe çok az sayıda büyük boyutlu eseri tamamlayabilmiştir.

TAHAYYÜLDEN PRATİĞE LİFİJ

Sabancı Müzesi’nde “Avni Lifij: Çağının Yenisi” başlığıyla açılan sergide, sanatçının 1000’e yakın eseri yer alıyor ancak bunların çoğu etüt niteliğindeki eskizler, poşatlar, desenler ve taslaklardan oluşuyor. Sanatçının tuvale aktardığı bir kompozisyonuyla, bu kompozisyona hazırlık niteliği taşıyan desenleri ve eskizlerinin sergide yan yana getirilmesi çok başarılı bir anlatım sunuyor. Böylece Lifij’in tek bir kompozisyon için ne kadar çok fikir ürettiği ve ne kadar çok fikrini elediği ortaya çıkıyor.

Avni Lifij’in kompozisyon kurma konusundaki ustalığını ortaya koyan eserlerinden biri, bugün Kadıköy Belediyesi Tarih, Edebiyat ve Sanat Kütüphanesi olarak kullanılan, İskele Meydanı’ndaki eski şehremaneti binasında, giriş kapısının üzerinde yer alıyor. (Bir başka versiyonu İRHM envanterine kayıtlı, sergide ise resmin orijinali yer almıyor.) Celal Esad Arseven’in Kadıköy Şehremaneti Şube Müdürü iken sipariş ettiği “Kalkınma – Belediye Faaliyeti” adlı resimde, Kadıköy belediye binasının 1912-1914 arasında Kuşdili’ndeki eski binasından, İskele Meydanı’nda inşa edilen yeni yerine taşınması sırasındaki inşaat faaliyeti anlatılıyor. Celal Esad Arseven, hatıralarında bu resmi I.Dünya Savaşı çıktığı sırada sipariş ettiğini yazmış. Lifij’in yakın dostu Sami Yetik’in verdiği bilgiye göre ise Lifij, bu resmi 1912 civarında maddi bir kazanç elde etmek için değil, sadece topluma sanatı sevdirme arzusuyla çok düşük bir ücrete yapmış.

TOPLUMA SANATI SEVDİRME MİSYONU

Lifij’in Paris dönüşünde, Yüksekkaldırım’daki kira evinin ısınmak bilmeyen sofasında yaptığı bu kompozisyon, kamuya açık alanda resim görmeye alışık olmayan bir topluma, kendi yaşamından gerçek bir sahne sunmasıyla Lifij’in topluma sanatı sevdirmeyi misyon edinmiş bir sanatçı olduğunu anlamamızı sağlıyor. Lifij bu resimdeki kompozisyon için çok sayıda eskiz çalışmış ve ardından seçtiği figürleri kompozisyona yerleştirmiş. El arabasıyla malzeme taşıyan, kazma kürekle toprağı kazan ve su içen figürlerle belediyenin yapımında çalışan işçilerin betimlendiği resmin arka planında Haydarpaşa Garı görünüyor. Lifij’in hareket duygusunu vermek için her biri farklı pozlardaki figürlerle kurduğu kompozisyon, işçilerin bir kamu binasının inşası için canla başla çalıştığını hissettirmeyi başarıyor.

II.Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e geçişi yaşayan kuşaktan olan Lifij, tıpkı diğer çağdaşları gibi toplumu aydınlatmayı kendine görev edinmiş bir isim. Bu amaçla yazdığı sanat eleştirilerinden örneklere de Sabancı Müzesi’nde açılan sergide ve sergi için hazırlanan katalogda yer verilmiş. Sergi için Zafer Toprak’ın ve Ahmet Kamil Gören’in kaleme aldığı makaleler ise 1914 Kuşağı sanatçıları ve dönemin sanat ortamı konusunda kapsayıcı bilgiler sunuyor.

1914 KUŞAĞI’NIN ÇEVİRMENİ

Avni Lifij, İstanbul’da güzel sanatlar eğitimi almasına gerek duyulmadan, Şehzade Abdülmecid Efendi’nin temin ettiği bursla 1909’da Paris’e gönderildi. 1914 Kuşağı sanatçıları arasında Paris’e ilk gönderilen kişiydi. Fransızcayı Paris’e gitmeden önce öğrenmeye başladığından, onun peşinden Paris’e gönderilen Sanayi-i Nefise mezunlarına Cormon atölyesinde çevirmenlik yaparak yardımcı olduğu, Lifij’in notlarından takip edilebiliyor.

1911’de Paris’ten döndükten sonra öğretmenlik yapan Lifij, Sanayi-i Nefise Mektebi’nde 1923’te kurulan Dekoratif Sanatlar bölümünün kurucularından biri oldu ve 1927’de ölünceye kadar bu görevini sürdürdü. Paris’te atölyesine devam ettiği ressamlarla İstanbul’a döndükten sonra da mektuplaşmaya devam etti ve yurt dışındaki yeni eğilimleri Türkiye’ye duyurmak amacıyla çok sayıda yazı kaleme aldı.

ELEŞTİRMEN MESLEKTEN OLMALI

Avni Lifij, Paris dönüşünde Atatürk tarafından satın aldırılan ve bugün Cumhurbaşkanlığı Sanat Koleksiyonu’nda bulunan ‘Nef’i Devrinden bir Sahife’ adlı resmi, ‘gazete münekkitleri’ tarafından eleştirildiğinde, bu eleştirilere yanıt olarak görülen bir yazı yazdı. Peyam-ı Sabah gazetesinde 27 Ağustos 1922’de yayınlanan bu yazısında, sanat eleştirmeninin ‘meslekten’ olması gerektiğini savunuyordu. Ona göre münekkidin (eleştirmenin, tenkit edenin) görevi, muhitin (toplumun, cemiyetin) tabi (doğal) ve zaruri (zorunlu) cehaletini gidermek ve toplumun hakiki sanatla aydınlanmasını sağlamaktı. “Bu kadar yolunda bir tenkit ise bizzat meslekten olan, iyiyi kötüden ayırt edebilene nasip olabilir ancak,” diyordu. Lifij’e göre bir sanatçı, hem sanat üretebilmeli hem de meslektaşlarının ne yaptığını toplumun anlayabileceği şekilde topluma anlatabilen biri olmalıydı. Bu bakış açısının 1914 Kuşağı ressamlarının tümü için geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Nurullah Berk, hem resim üreten hem de kendi çağdaşlarının yaptıklarını analiz eden metinler kaleme alabilen bir başka isimdir. Lifij’in kendisinin de resim üretmenin yanı sıra yazı yazmasının sebebi aynı düşünce biçimidir. 1914 Kuşağı sanatçılarının hem sanat üretip hem de sanatı topluma anlatma misyonunu üstlenmeleri, sonraki kuşaklarda pek karşımıza çıkmaz. Bu kuşağın sanatçılarının birbirleri hakkında yazmaları ve birbirlerinin başarılarıyla gurur duyabilmeleri, ortak bir misyonu benimsemiş olmalarından kaynaklanır. ‘Müştereken ve müteselsilen’* sanat üretme ve sanatı topluma sevdirme misyonu, 1950’lere kadar devam etmiş olsa da bu tarihten sonra bireysel yaklaşımlar, çıkışlar ve çabalar söz konusu olur; Türkiye şartlarında eleştirmenlik ise bir sergi için şiirsel metinler üretebilme becerisine indirgenir.

Yine de Avni Lifij’in 1920’lerde savunduğu, ‘eleştirmen meslekten olmalı’ görüşünün bugün bile geçerli olduğu söylenebilir. 2018’de eleştiri dalında Pulitzer ödülü alan Jerry Saltz, esasen sanat eğitimi almış biridir ve sanat dünyasının en sevilen eleştirmeni olmasına rağmen ‘Ben başarısız bir sanatçıyım’ diyerek kendini bile eleştirmekten çekinmez. Saltz’ın ödül almasında ve çağdaş sanatı kitlelere sevdirmeyi başarmasında ‘meslekten’ olmasının payı olduğu kesinlikle yadsınamaz. Bu açıdan bakılınca Türkiye’deki güncel sanat muhitinin (cemiyetinin) 1914 Kuşağı sanatçılarının sanata bakış açısından çıkarabileceği pek çok ders vardır. Aksi halde, yani ‘müştereken ve müteselsilen’ sanat üretip sanatı topluma anlatmayı sanatçıların kendileri üstlenmediği sürece, meslekten olmayanlar ‘ucube’ buldukları her heykeli yıktırmaya, anadilinde şarkı söyleyenleri tutuklatmaya, beğenmedikleri her sanat olayını yasaklatmaya devam edebilir.

“PİPOLU OTOPORTRE”DE NEDEN ALTIN VARAKLI ÇERÇEVE VAR?

Muzip, serseri, dağınık, çakırkeyif, neşeli ve zararsız ama tüm bu özellikleri yüzünden fakir kalmaya mahkum ve bu fakirliğini bile hiç de önemsemeyecek kadar gamsız biri: Avni Lifij’in 1906’da yaptığı ama sanat tarihçilerine göre yaşını büyük göstermek amacıyla 1908 tarihiyle imzaladığı “Pipolu Otoportre”, toplumun bir sanatçıyı nasıl gördüğü sorusuna bu cevabı verir. Sanatın karın doyurmadığı bir ülkede sanatçı, sergüzeşt peşinde koşan bir avaredir, bugünkü popüler tanımıyla “çapulcu”dur.

Ahmet Kamil Gören’in Lifij kataloğu için kaleme aldığı “Avni Lifij’i Yeniden Keşfetmek” başlıklı makalesinde belirttiği gibi, Lifij’in Paris dönüşünde yaptığı otoportrelerinde “Pipolu Otoportre”den çok daha farklı bir ‘sanatçı’ tiplemesi sunduğu açıkça görülebilir. Paris dönüşü yaptığı otoportrelerinde, “Pipolu Otoportre”sindeki gamsız serserinin aksine, ülkesindekilerin sanata ulaşması konusunda sorumluluk hisseden bir düşün insanı olarak kendini betimlemiştir. Yine de Lifij’in en ünlü resminin ve başyapıtının “Pipolu Otoportre” olduğu kuşku götürmez.

Sabancı Müzesi’nde açılan sergide, onun bu başyapıtını vurgulamak için “Pipolu Otoportre” serginin girişinde, ayrı bir panoda sergileniyor ancak sanki resmin sergi kurgusundan bu şekilde ayrılması yetmiyormuş gibi, tuvalin çevresine resmin genişliğinin yarısı kadar kalınlıkta (yaklaşık 20 cm.), aşırı derecede oymalı, altın varaklı bir çerçeve takılmış. Çerçevenin altın rengi öylesine parlak ki normalde Barok portre mantığıyla yapıldığından karanlık arka planı olan resmin ön plandaki bütün renkleri aşırı derecede parlıyor. MSGSÜ İstanbul Resim ve Heykel Müzesi envanterine kayıtlı olan bu resmin, eski İRHM binasındayken bulunduğu salonda, bu çerçeveyle sergilenmediğini hatırlıyorum. Devlet müzesi envanterinde olan bir resmin, devasa ve aşırı göz alan bir çerçeveyle sergileniyor olmasını hem sergileme mantığı açısından hem de müzecilik açısından yadırgamış durumdayım. Son yıllarda yurt dışındaki müzelerde, bu kadar parlak ve kalın çerçeveler kullanılmadığını gözlemlediğimi de belirtmem gerekir. (Yurt dışındaki müzelerde, bir eser çok kıymetliyse hava geçirmez özel bir çerçeveyle sergileniyor. Louvre’da “Mona Lisa”nın bu tarz bir çerçeve içinde durduğunu görmüşsünüzdür.)

Bir sanatçının değeri, resmine takılan pahalı çerçevelerle veya koleksiyonerlerin onun yapıtlarına ne kadar para ödediğiyle değil, ürettiği eserlerin yıllar sonra bile başkalarına ilham verip vermemesiyle ölçülebilir. Bu anlamda, Avni Lifij bugün de ilham vermeye devam eden, öncü bir ustadır.

Eski ustalarımızı dünyaya tanıtmak için tuvallerine altın varaklı çerçeveler takmak yerine, çağdaş teknikler kullanarak onların eserlerini farklı formatlarda yeniden üretmenin, eserlerine ilgi çekecek yeni anlamlar kazandırmanın ve böylece popülerleşmelerini sağlamanın daha etkili sonuçlar vereceği düşüncesindeyim.

“Pipolu Otoportre”nin 2014 yılında İngiliz gazetelerinde nasıl yer aldığını görmek için bu haberleri okuyabilirsiniz.