İlhan Baran’ın ardından…

Türkiye'nin önemli müzik insanı İlhan Baran'ı geçtiğimiz günlerde kaybettik. Ünlü müzisyen Fazıl Say’dan Rengim Gökmen’e pek çok önemli ismi yetiştirdi.

Murat Meriç mmeric@gazeteduvar.com.tr

Beni tanıyanlar bilir: 1988’de kimya mühendisliği okumak üzere Ankara’ya geldim ve 21 yıl orada yaşadım. Sonra şehirden ayrıldım ama Ankara’yla bağımı koparmadım. Yıllar geçtikçe arttırdım hatta. Üniversite tercihim bilinçliydi: Kimya mühendisliği okuyup rafineride çalışmak istiyordum. Olmadı. Okudum ama rafineride çalışamayacağımı anlayınca, amiyane tabiriyle dersleri serdim. Sonra yolumu çizdim ve okulu bitirmeye gerek kalmadığına kanaat getirdim. Hayallerim vardı, bir kısmını gerçekleştirdim. Kendimi, ilerleyen zamanla bambaşka bir yerde bulmam da cabası…

ANKARA ÜÇGENİ

Ankara Radyosu, 1900'ün başları

Ankara’ya geldiğim yıllarda, beni heyecanlandıran üç şey vardı: Beşevler’deki konservatuvar binası, CSO Konser Salonu – Opera – Resim Heykel Müzesi üçgeni ve bu üçgenin tam ortasındaki Radyoevi. Lisedeki en büyük hayalim konservatuvarda okumaktı. İzmit’te [yazık ki adını unuttuğum] bir müzik öğretmenim vardı, salı günleri özel bir saatte bize plak dinletirdi. Özenle seçtiği yorumları dinletmeden önce uzun uzun besteci ve eser hakkında bilgi verir, sorularımızı cevaplardı. Bizim bestecilerimize ve yorumcularımıza özel ihtimam gösterir, her hafta onların plaklarından küçük örnekler çalardı.

1 saatlik bir keyifti bu ve zorunlu değildi. Ders saatleri dışındaydı üstelik. En “deli”kanlı zamanlarımda, akranlarım sokakta gezerken, her hafta heyecanla o salona girer, anlattıklarını ilgiyle dinler, notlar alırdım. Sadece Chopin’i, Bach’ı değil Mahler’i, Prokofyef’i, Şostakoviç’i de ondan öğrendim. Aklıma koymuştum: Üniversitede Ankara’ya gidecektim ve konservatuvarda okuyacaktım.

DÜMENİ KIRDIM: RADYOYA

Bunun böyle olamayacağını anladığımda iş işten geçmişti. Konservatuvar için geç kaldığımı öğrendiğim an, küçük bir hayal kırıklığıyla dümeni bambaşka bir yere kırdım: Radyo. Bambaşka değildi aslında: Hayallerimden biri, Radyo 3’te klasik müzik programları yapmaktı. Olmadı. “Radyocu” oldum ama klasik müzik programı yapamadım. Hâlâ içimde uktedir. Bunun içindir ki Açık Radyo’da hazırladığım “Şarkılarla Memleket Tarihi” programına her fırsatta bir klasik müzik ezgisi yerleştiriyorum…

MEŞHURLARI GÖRMEK İÇİN ÇABALADIM

Kimya mühendisliği okumak için Beşevler’e geldiğim gün ilk keşfettiğim, Ankara Devlet Konservatuvarı’ydı. Tesadüfen ve bir anda karşıma çıkan tabelaya bakakaldığımı, titrediğimi, orada okuyamadığım için içimin cız ettiğini bilirim. O binanın çevresinde çok dolandım. Önünden geçtim, kapısında dikildim, “meşhur”ları görmek için çabaladım. Yanlış olmasın, “meşhur”lar, orada öğrenci yetiştiren Hikmet Şimşek, Gürer Aykal, Muammer Sun, Suna Kan gibi isimlerdi. Hepsini gördüm. Hele ki Ahmet Adnan Saygun’u, yine böyle bir “ziyaret” esnasında karşımda gördüğüm gün, hayatımın en heyecanlı günlerinden biriydi.

Hâlâ öyledir. Necil Kazım Akses ve Nevit Kodallı ile karşılaştığım günler de öyle… İlerleyen yıllarda, İstemihan Taviloğlu’ndan İlhan Usmanbaş’a, Cengiz Tanç’tan Bülent Arel’e pek çok “yeni” besteci keşfettim. Onların peşinden koştum, çoğuyla tanıştım. Tanıştıklarımdan biri, bir konser sonrası karşıma çıkan İlhan Baran’dı.

Bunca uzun girişin ardından, sözü getireceğim noktaya nihayet ulaştım: Çağdaş müziğin en önemli bestecilerinden biri, beni heyecanlandıran “meşhur”lardan İlhan Baran, geçtiğimiz haftanın başında aramızdan ayrıldı. Tanıdığım, elini sıktığım, eserlerini canlı dinlediğim için kendimi şanslı hissederim.

İLHAN BARAN'IN ARDINDAN...

.

İlhan Baran’ı anlatmak zor. Onu biraz olsun tanımak, anlamak için çocukluğuna gitmekte fayda var… Doğru zamanda doğru yerde doğru insanlarla tanışmış çocuklardan. Ağabeyi Ayhan –ki ülkenin en önemli opera sanatçılarındandı– erken davranarak ondan önce konservatuvara girmiş. İlhan, onun izinden giderken, Şavşat’ta başlayan, Trabzon’da kısa bir süre duraklayan, Ankara’da nihayetlenen hikâyenin baş kahramanlarından biri, babası. Jandarma Subayı Eyüp Sabri Baran, onun tek destekçisi.

Atatürk İlkokulu’nda okurken bir yandan Ankara’yı tanıyan, ders saatleri dışında Ulus civarında gezmeye bayılan, kitap okumayı çok seven İlhan, şanslı çocuklardan: Müzik kitaplarını okuduğumuz, adlarını duyduğumuzda heyecanlandığımız iki isim, Saip Egüz ve Ziya Aydıntan, İlhan Baran’ın öğretmenleri.

''BİR EVE BİR ÇALGICI YETER''

Nitekim, ilk teşvik Egüz’den geliyor. Sorasında, gözünü, ağabeyinin okulu olan konservatuvara dikiyor. Bir söyleşisinde “cumhuriyetin esas okulu” olarak nitelendirdiği Cebeci’deki konservatuvar binası –ki onu da yıllar sonra, “60 öğrencili sakin bir okul” sözleriyle anacak– hayali.

Lisede Cengiz Tanç’la (ve sonradan farklı alanlara gitseler de) Altan Günalp’la kurduğu dostluk, hayalini kurduğu yolda yalnız yürümemesini sağlamış. Birbirlerinden güç almışlar. Konservatuvarın ilk yıllarında tanıştığı Muammer Sun, bu dostluğu ve yoldaşlığı katmerlemiş.

Annesi Makbule Hanım ve ablası Leman, İlhan Baran’ın konservatuvar sevdasına şiddetle karşı çıkmış. Ablasının, boğazına sarılarak ve “bir eve bir çalgıcı yeter” diyerek onu vazgeçirmeye çalıştığını söyleşilerinde anlatır. Bu yüzden, gizlice girmiş sınava. Kazandığında, babasının desteğiyle ilerlemiş. Hayali, kompozisyon bölümünde okumak. Ancak, teorik bilgisi buna müsaade etmemiş ve sınavı kazanamamış.

Seçici heyetteki iki isim, Ahmet Adnan Saygun ve Ulvi Cemal Erkin, Necdet Remzi Atak’ın önerisiyle onun yaylı sazlar bölümüne girmesine göz yummuş. O zamanki müdür Mithat Fenmen’in de desteğini görünce, kontrabası eline alarak Hans Fromme ile çalışmaya başlamış. Sonrasında hızla kompozisyon bölümüne geçmiş ve aynı hızla, sınıf atlayarak, okulunu yedi yılda, başarıyla bitirmiş.

Okuldaki derslerini sürdürürken, Muammer Sun’la birlikte, gizlice Kemal İlerici’den armoni dersi almış. İlerici’nin bakış açısı hoşuna gitmese de, bu dersler, onu bambaşka bir noktaya getirmiş. İtirazını, Muammer Sun anlatsın: “Kemal Bey’in kitabında bazı sübjektif şeyler var. Mesela, ‘Türk milletinin yüce ruhundan ruhuma yansıyanlardan sezdiğime göre’ gibi deyişler var. Bunları bilim dışı buluyordu İlhan …”

Bu itiraza rağmen, memleket müziğine duyduğu ilgi, onu farklı alanlarda çalışmaya da yöneltmiş. Ruşen Ferit Kam’dan makam öğrenmiş, arada Muzaffer Sarısözen’le buluşup ondan “şıkıdım şıkıdım” türküler dinlemiş. Muammer Sun, hep yanında. İlerleyen dönemde atacağı adımın ilk desteğini İlhan Baran’dan almış, aklındaki yolda yürümeye biraz da onun sayesinde başlamış: “(…) halk müziği derleme işlerine girişmek istiyordum. Bir teyp satılıyordu üç bin liraya, alacak param yoktu. İlhan’a söyledim, ‘ben vereyim sonra ödersin’ dedi. Sayesinde teybi alıp tüm Anadolu’nun geldiği halk oyunları festivaline giderek bir sürü derleme yaptım.”

MİLLİ MÜZİK AYRIMI

Bu çalışmalarda, Cengiz Tanç’tan ayrı düşüyorlar: “Cengiz pek hoşlanmazdı öyle şeylerden, az gelirdi. O biraz daha aristokratik olduğundan halk malk deyince irkilirdi biraz!”

Muammer Sun, bu çalışmalar sonucunda “Yurt Renkleri”ni çıkartmış, İlhan Baran, onun eserlerini çok beğenerek türkülere yönelmiş. 1958 yılında, üç arkadaş, devlet tarafından Münih’e gönderilmiş. Orada, yolları ilk kez ayrılmış. Sun, “millî müzik” konusunda ısrarcı olmuş, Tanç, buna karşı çıkmış, Baran ise ikisinin arasında kendi yolunu çizmiş. Çalışmalarında ayrı düşmeleri, ayrılmaları anlamına gelmiyor elbette…

Üç arkadaş, Cengiz Tanç’ın ölümüne dek hep yanyana. Sun – Baran dostluğu, sonrasında da sürmüş. O kadar ki, askerden geldiği gün, evine değil Muammer Sun’un yanına gitmiş Baran. Ama öncesinde bir yurtdışı seyahati daha var. Münih sonrasındaki adres, Paris. Şubat 1962’de gidiyor ve Ecole Normale de Musique de Paris’te Henri Dutilleux ile buluşarak çalışmaya başlıyor. Dönüş, Temmuz 1965. Sonrası askerlik.

Askerden sonra konservatuvara giriyor ancak çok kalamıyor. Kendi anlatsın: “Saygun İstanbul’a gitti, erken öldü, hastane bakmadığından ve böbrekten. [Ulvi Cemal] Erkin erken öldü, kalp hastalığından… Kaldı mı meydan Necil Kazım Akses’e. Necil Kazım’ın da karakteri, ölümlerden ölüm beğen… Eh, yeri geldiğinde benim ağzım da çok kötüdür! Bana yapılmaya çalışılan ve söylenenleri yemedim hiçbir zaman! Sonra müdür Ergican Saydam’ı kullanarak attırdı beni okuldan. O da benim düşmanımdı, ölümcül düşman…”

BİR YALNIZLIK SENFONİSİ

.

Sonrasında çok sevdiği okuluna dönen, kompozisyon bölümünün başkanlığını yapan, müzikoloji bölümünün kurulması için çabalayan İlhan Baran, Fazıl Say’dan Rengim Gökmen’e pek çok önemli ismi yetiştiren insan. Bizzat ilgilendiği öğrencileri, çok seviyor –ki ölümünün ardından, bu, daha da iyi anlaşıldı. Fazıl Say, Amerika’dan gönderdiği mesajda onu “bir yalnızlık senfonisi” olarak nitelendirdi. En değerli öğrencilerinden Rengim Gökmen, yaptığı konuşmada, yalnızlığından dem vurdu. Onu tanıyan Ankaralılar, konserlere yalnız gittiğine, küçük selamlaşmaları ve ayaküstü yapılan konuşmaları saymazsak kimseyle konuşmadığına şahit olmuştur.

Tutkularından biri de sinema. Ankara’nın değişik salonlarında, yine tek başına film izlerken onu gören çoktur. Bir yandan kendi seçtiği bir yalnızlık bu. Diğer yandan, bir kırgınlığı ve buna bağlı küskünlüğü de içeriyor: Konservatuvardan uzaklaştırılan besteci, bunun acısını hep taşımış. Binanın yok oluşunu görmeden ölmesi, yeni bir acıyı yaşamasına engel oldu belki de.

Yazının başında uzun uzun konservatuvar binasından söz ettim. Bir dönem içinde olmak istediğim, sonradan söyleşiler yapmak ve derslere [konuk anlatıcı olarak] katılmak üzere içine girdiğim, yakın zamanda yolumu sıklıkla düşürdüğüm bu bina, kısa süre sonra ortadan kalkacak. Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı, Beytepe’ye taşınacak. Şu an kullanılan bina, muhtemelen [yerine bir cami ya da AVM yapılmak üzere] yıkılacak.

Tamam, “yeni” bir bina bu, öyle çok ahım şahım bir şey de değil ama korunması, belki müze olması, içine sinen anıları, duvarlarından yankılanan sesleri canlı tutması gerekiyor. Geçmişine sahip çıkmayan bir toplum oluşumuzun acısını en çok yıkılan, yok olan binalarda hissediyoruz.

Cebeci’deki konservatuvar binasını belediyeye dönüştüren, girişindeki yazıyı kaldıran ama izini silemeyen zihniyet, şimdi yıllardır hizmet veren “yeni” binayı yok etmek üzere. İlhan Baran ve kaybettiğimiz bütün değerleri yaşatmak, biraz da bu binaları korumakla mümkün. Adını anmak, eserlerini çalmak yetmiyor. “Yetmez ama evet” denemeyecek kadar vahim üstelik durum.

Tüm yazılarını göster