1990’lardan itibaren Ortadoğu siyasetinin en canlı tartışması siyasal İslamcılığın yükselişiydi. Siyasal İslamcılık sosyolojik olarak Ortadoğu’daki halkların refah ve demokrasi eksikliklerine, siyaseten ise Batı’nın hakimiyetine bir cevap arayışı olarak yükseldi. Varolan statükodan memnun olmayan kitlelerin kontrolden çıkması riskine karşı Batı, siyasal İslamcılığı ılımlaştırıp kontrol altına almaya çalışarak dışarıdan destekledi. Burada mesele İslamcılığın sistem içi bir siyasal harekete dönüşmesi, demokratikleşme ve insan hakları ilkeleriyle buluşarak İslami bir düzen arayışından vazgeçmesiydi.
Milli Görüş gömleğini çıkaran kadrolar AKP’yi kurup bu siyasetin Türkiye’deki uygulayıcısı olurken, Ortadoğu’ya da örnek ve model olma misyonunu hararetle yerine getirdiler. Bu kadro içeride liberaller, dışarıda da AB ve ABD ile ittifak kurmayı başardı ve onları bu projenin taşıyıcısı olacağına ikna etti.
Arap Baharı sürecinde ise AKP bu projeyi tekrar içeride İslamcılığa, dışarıda ise boyundan büyük ve ihtiraslı bir Yeni-Osmanlıcılığa yönelterek bu kez Müslüman Kardeşler'in Arap ülkelerindeki çeşitli kollarıyla ittifak ilişkisine girdi ve kendisini liderlik konumuna yerleştirmeye çalıştı. Bunun için gerekli olan Filistin sorununun sahiplenilmesi konusu ise “one minute” olayıyla aşılmıştı zaten.
Arap Baharı’nın başarısızlığı genel istikrarsızlığın yanında siyasal İslamcılığın da tıkanmasına, yeni bir krize girmesine neden oldu. İslamcılığın varolan tüm yorumları, aktör ve örgütleri, temsilcileri bu krize çözüm üretemedi. Bir zamanlar umut bağlanan AKP artık yalnızca otoriterlikle anılırken, şiddete en uzak olduğu düşünülen, bir eğitim hareketi gibi algılanan Gülenciler darbe yapmaya kalkıştı; Selefilik doğrudan IŞİD vahşetine dönüştü; Gazze’de Hamas daha 2007’de İslamcı otoriterliğin öncü işaretlerini verdi, üstüne iktisadi ve toplumsal sorunlarla baş edemedi; Mısır’da Müslüman Kardeşler ve Tunus’ta Ennahda deneyimleri kısa iktidar süreleri içinde ciddi yönetim zaafiyeti göstererek farklı şekillerde tasfiye edildiler.
Her bir deneyimin başarısızlığı, evrildiği siyasal konum kendi içinde derinlemesine tartışmayı gerektirmekle birlikte sonuçları bugün için İslamcılığı derin bir krize sokması açısından önemli. Bu hareketler İslamcılığın krizini aşmak, bir çıkış bulmak için özeleştiri dahil genel bir tartışmadan kaçındılar ve aşağıda örneklenen üç siyasal harekette görüldüğü gibi tekil pragmatik çıkış yollarını bulmaya ve siyasete tutunmayı tercih ettiler.
ÜÇ İSLAMCI HAREKETİN PRAGMATİZMİ
Mısır’da Sisi’nin yoğun baskısı altında kalan ve İslamcılığın ana ekseni olan Müslüman Kardeşler bir tarafa bırakılırsa, üç İslamcı hareket ilginç bir şekilde pragmatik bir dönüşümü tercih etti. Bunlardan ilki, nispeten erken harekete geçen Tunus’taki Ennahda oldu. İslamcı hareketler içinde liderlik hırsı en zayıf olan Raşid Gannuşi’nin ruhani öncülüğünde Ennahda, bir önceki dönemden kalan sorunları çözme konusunda yetersiz kaldı ve 2014’te seçimleri kaybetti. Sonuçta, radikal bir hamleyle geçen yıl Mayıs 2016’daki parti kongresinde açıkça İslamcılığı bıraktığını ilan etti. Kimliğini de, AKP’nin 2004’te ilan ettiği ama sonrasında birkaç savrulma yaşadığı “muhafazakar demokrat” olarak yeniden tanımladı. Partinin kurucusu Gannuşi, Foreign Affairs dergisinin Ekim 2016 sayısına yazdığı makalede partisinin artık “İslamcı” sıfatını kabul etmediğini belirterek, büyük sloganlarla ideolojik mücadele yürütmek yerine pratik bir programa sahip olacaklarını açıkladı.
Yine, geçen hafta içinde Hamas yeni bir bildirge yayınlayarak Müslüman Kardeşler'le olan bağını kesti ve 1967 sınırları içinde bir Filistin devletini kabul ettiğini açıklayarak, İslamcı tonunu azaltmaya gitti. 1988’deki ilk bildirgenin özellikle girişi İslam inancına ayrılmışken ve metin surelerle doluyken, 2017’deki bildirinin girişi doğrudan Filistin sorununa odaklanıyor. Hareketin lideri Meşal, yerini daha ılımlı bilinen İsmail Haniye’ye bırakırken, El Cezire televizyonuna verdiği mülakatta değişen koşullara göre hareketin kendisini uyarladığını açıkladı.
AKP’NİN ÜÇÜNCÜ GÖMLEĞİ
AKP’ye gelince, bu partinin ve onun liderinin bir süredir yeniden bir dönüşüm içine girdiği görülüyor. Bu ilk olmayan dönüşüm, AKP’nin İslamcı söylemi geriye çekerek milliyetçi bir söyleme doğru yönelmesiyle kendisini gösteriyor. Fikir değiştirme sorunu yaşamayan AKP ve Erdoğan, kendisini küresel ve bölgesel gelişmelere gayet başarılı bir şekilde adapte edebiliyor.
Bu dönüşümü AKP ve Erdoğan için zorunlu kılan bölgesel ve küresel gelişmelere baktığımızda bir yanda sözünü ettiğimiz İslamcılığın krizi ve bunun içinden çıkacak yeni bir siyaset üretememesi, diğer yanda ise ABD’de açıkça İslamofobik olan Trump’ın başa geçmesi olduğu görülüyor.
2000’ler boyunca başta AKP olmak üzere bölgedeki İslamcılara, Batı ile uzlaşma, piyasa ekonomisini uygulama ve seçim yoluyla gelip seçim yoluyla gitmeyi kabul etmeleri (yani ılımlı İslam anlayışını kabul etme) karşılığında iktidar yolu açılmıştı. Bunun anlamı İslamcıların ancak siyasal sistemle demokratik bir uzlaşıya gitme durumunda iktidarda kalabileceğiydi. İktidarı bir kez ele geçirip, onun sağladığı imkanlarla otoriterleşme yalnızca İslamcı hareketler değil, bütün siyasal hareketler için geçerli bir ihtimaldir ve Batı’da da bunun örnekleri zaten vardır.
Fakat Batı açısından, İslamcıların otoriter olması, seküler bir otoriterlikten daha riskli bulunuyordu. İran’daki Şii rejimi bunun yaşayan örneğini oluştururken, kitlelerin dini bir ideolojiyle mobilize edilmesi, yeni kuşakların bu ideolojiyle donatılması ciddi riskler oluşturabilirdi. Bu yüzden Batı özellikle İslamcı otoriterlik konusunda hassasiyet gösteriyordu. AKP otoriterlik belirtileri göstermeye başladıktan sonra, Batı’nın desteği kesilmeye, eleştiriler yükselmeye başlamıştı. İslamcılığın bir ideoloji olarak küreselleşme döneminde toplumsal/ekonomik sorunlara bir cevap üretememesi ve Batı’nın eleştiri dozunu artırması Trump’ın seçilmesiyle birleşince, AKP ve Erdoğan kritik bir tercihte bulunmak zorunda kaldı. Ya 2000’lerin başındaki AKP çizgisine dönerek muhafazakar demokrasi söylemine kayacak ve insan hakları ve demokratikleşme gündemine geri dönecek ya da otoriterliğe doğru gidecek ama bu sefer İslamcılığı bir tarafa bırakacaktı. Erdoğan şu anda yaşadığımız gibi İslamcılık söylemini geri çekmeyi tercih ederek, buradan kalan boşluğu milliyetçilikle doldurma yoluna gitti. Milliyetçi söylemi de içeride MHP ile kurulan ittifak, HDP eşbaşkanlarının ve milletvekillerinin tutuklanması, belediyelere kayyum atanması gibi hamleler, dışarıda ise Fırat Kalkanı operasyonu ve özellikle AB ile bilerek tırmandırılmış çatışmalı ilişkiler üzerinden kurmaya çalıştı. Suriye’deki savaşta ise politika Esad karşıtlığından bu ülkenin kuzeyindeki Kürt sorunu çizgisine kaydırıldı. Son referandum kampanyasında İslamcı vurgu yerine, otoriterliğin daha modernist öğeleri olan yol, köprü inşaatı, ekonominin uçuşa geçeceği vaadi, iç ve dış düşmanlar, AB karşıtlığı gibi bilindik söylemleri tercih edildi. Referandumu tartışmalı bir şekilde alınca da, geçmişte duyduğumuz Saraybosna, Gazze, Kahire, Filistin kazandı gibi söylemler yerine, Batı kaybetti, Almanya’ya kapak oldu gibi milliyetçi söylemler öne çıktı.
ERDOĞANCI - İSLAMCI KAVGASI
Son dönemde AKP cenahında yaşanan “İslamcı-Reisçi” tartışmasını bu bağlam içinde görmek mümkün. Bilindiği gibi Türkiye’de iktidar aygıtı Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesinden bu yana açık bir şekilde Saray’a kaymış durumda. Dikkat çeken bir nokta ise Erdoğan’ın danışmanlarının önemli bir kısmının Milli Görüş geleneği yerine, daha çok seküler, hatta geçmişte Demirel’e yakın olmuş, sol gelenek içinde bulunmuş isimlerden oluşması. Bunun tesadüfi ve atlanmış bir tercih olamayacağı aşikar. Yine medyada Erdoğan’ı en sıkı savunan ve İslamcıları eleştiren isimlerin, İslamcı hareket içinden gelmeyen, bu dünyayla geçmişte bağı bulunmayan isimlerden olması da dikkat çekici.
Erdoğan milliyetçi söyleme doğru evrilip Hindistan gezisinde uçağına MHP milletvekillerini alırken, İsrail’le uzlaşıp, onun ezan yasağını dert etmiyor, Hindistan’da Müslümanlara yapılan baskıyı görmezden gelebiliyor, “DEAŞ (IŞİD) İslam’ın yüz karasıdır” deyip Rakka savaşına hazır olduğunu ilan ediyor.
Son dönemde bu ayrışmanın belirginleşmesi, bu kesimin tetikçi isimleri üzerinden İslamcılara saldırılması, hatta Filistin davası gibi kutsal kabul edilen yerlere dokunulması belli bir stratejinin, Erdoğan’ın İslamcılarla arasına en azından şu dönemde mesafe koymak istemesinin, Trump’la görüşmeden önce, bu bağı mümkün olduğunca zayıf göstermeye çalışmasının dışa vurumu olarak görmek mümkün.
Eğer ısrarla sürdürülürse bu politikanın bazı bedelleri de olabilir. İktidar yapılanmasının sağladığı rant ve diğer imkanlardan faydalanamayan İslamcı kesimlerin kaybedilmesi buradaki en önemli risk. Ama muhtemelen Erdoğan ve çevresi, bu kaybı milliyetçi vurguyla telafi etmeyi düşünüyor ya da en azından referanduma kadar böyle hesap etmiş olabilir.
Otoriterliğin, İslamcılığa tercih edildiği bu küresel bağlamda, AKP siyaseti yeni bir siyasal kabuk değişimi yaşıyor ve neredeyse Soğuk Savaş döneminde denenmiş olan bir milliyetçi çizgiye yerleşiyor. İçte otoriter, dışta ise ABD’yle stratejik alanda işbirliğine dayalı tanıdık ve demokratikleşmeye dair sonuçları açısından olumsuz bir tablo bu.