Son yıllarda dağılma eğilimleri gösterse de Türkiye’de
profesyonel futbol dünyasının en önemli özelliği “büyük takımlar”
ile “küçük takımlar” arasında yapılan ayrımdır. Elbette ben bu
ayrımı kendim doğru bulduğum için değil sadece yaygınlığına atfen
kullanıyorum. Futbol merkezli de olsa böylesi bir hegemonya
yapısının oynanan oyunun niteliğini etkilememesi elbette mümkün
değildir. Bu nedenle büyük takımlar özellikle kendi sahalarında
güçlü bir “hücum futbolu” oynarlar. Kamuoyu ve seyirci baskısıyla
rakibi köşeye sıkıştırıp istedikleri sonucu elde ederler.
Bu mantık şöyle söylemselleştiriliyordu: Büyük takımlar kendi
oyunlarını oynarlar. Rakiplerinin ne oynadığını ciddiye almazlar.
Büyük takım sadece hücumu düşünür. Rakip ise defans yapar. Bu bakış
tarzı için en önemli sorun kapanan takımların nasıl açılacağı idi.
Ancak bu futbol stratejisi aslında her maçta aynı sonuçları elde
etmeye müsait değildi. Örneğin bir Şampiyonlar Ligi maçında iç
sahada da olsa Real Madrid’e karşı aynı şekilde oynarsanız sonuç
kolaylıkla 1-6 olabiliyordu. Aynı şekilde bu strateji derbi
maçlarda ya da başaltı takımlarla oynanan deplasman maçlarında da
olumsuz skorlara neden olabiliyordu. Çünkü bu oyun rakip takımın
kendi sahasından çıkmaya pek cesaret edemeyeceği varsayımı üzerine
kurulmuştu. Bu oyun felsefesinin bugün artık pek bir geçerliliği
kalmamıştır.
Bu durumda büyük takımlar iki ayrı oyun üretmek zorunda
kaldılar. Birincisi deminden beri anlatmaya çalıştığım güçlü bir iç
saha oyunu ve ikincisi deplasmanlarda, Avrupa kupası maçlarında ve
derbilerde oynanabilecek daha dengeli bir oyun. Örneğin
Galatasaray’ın son şampiyonlukları büyük ölçüde bu güçlü,
hiperaktif iç saha oyunuyla elde edildi. Ama aynı Galatasaray’ın
bir “deplasman fobisi”nden de hep söz edildi. Benim açımdan ise bu
bir fobiden çok uygun oyunu bulamamak idi. Aynı dönemde Galatasaray
Şampiyonlar Ligi’nde de döküldü çünkü o dengesiz, hiperaktif oyunla
Avrupa’da başarılı olmak mümkün değildi.
Bir süre sonra İstanbul’a deplasmana gelen rakipler büyük
takımlara karşı önde basmaya cüret etmeye başladılar. Bu cüret
büyük takımlar için büyük riskler barındırıyordu. Bu yöntemle
rakipler hem büyük takımı çıkarmamaya başladılar hem de baskıda
kaptıkları toplarla hızlı hücum şansları ve baskın goller elde
ettiler. Son yıllarda şampiyon olmak için gereken toplam puanın
giderek düşmesi aslında büyük takımların saha dışı hegemonyalarını
devam ettirseler bile bunu saha içinde eskisi kadar
sürdürememeleriyle ilgilidir.
Örneğin son yıllarda özellikle Fenerbahçe’nin yaşadığı kriz
sadece kötü yönetilmekten değil aynı zamanda yeni zamanlara uygun
bir oyunu bir türlü bulamamasıyla ilgiliydi. Fenerbahçe’nin
görevini yeni bırakan teknik direktörü her maçtan sonra takımının
büyüklüğünden söz ederken rakipler neredeyse Fenerbahçe’nin
kalesinde her geldiklerinde gol buluyordu. Fenerbahçe bu sezon çok
ilginç bir rekora sahip: Kalesine ilk gelen topun gol olma oranında
açık ara lider. Bu aslında Fenerbahçe’nin hâlâ bir önceki dönemin
futbolunu oynamaya devam etmek istemesiyle ilgiliydi.
İyi bir takım olmak işte bütün bunlara bir çözüm bulmayı
içeriyordu. Ve Galatasaray buna kendine göre bir çözüm buldu:
İlişkisel futbol. Tıpkı ilişkisel estetik ya da ilişkisel sosyoloji
gibi! İlişkisel futbol öncelikle şu basit gerçeğin kabulüyle
başlıyordu: Futbol sizin tek başınıza oynadığınız bir oyun
değildir. Futbol rakiple oynanan bir takım sporudur. Genel bir oyun
stratejisini yanında, rakibin oyununa göre maçın içinde gerekirse
stratejik değişiklikler yapabilmek de gerekir. İlişkisel futbol
aynı zamanda güçlü iç saha ve kontrollü deplasman/derbi/Avrupa maçı
ikilemine de son veriyordu.
27 Şubat 2020 tarihinde Gazete Duvar’da yayımlanan “Galatasaray’ın yeni oyunu”
başlıklı yazımda bu yazıda ilişkisel futbol olarak adlandırdığım bu
yeni stratejinin teknik ayrıntılarını göstermiştim. Bu oyun,
geriden, kaleciyi dâhil ederek, gerekirse kendi altı pasından oyun
kurarak rakibin tepkisine göre oyuna yön vermek şeklinde
anlatılabilir. Galatasaray bu oyunla ligin ikinci yarısındaki ilk 7
maçını kazandı. Bu hafta ise ligin en sert deplasmanlarından biri
olan Sivas’ta şampiyon adaylarından Sivasspor’la 2-2 berabere
kaldı.
Sivasspor maça önde çok yoğun bir baskıyla başladı. Bu ön alan
baskısı bence Galatasaray’ın şu ana kadar muhatap olduğu en yoğun
baskıydı. Ve Galatasaray bu baskıyı gol yemeden atlatamadı. Bu
gerçek hâlâ çalışılacak noktalar olduğunu işaret ediyor. Ancak
yenilen golden sonra Galatasaray devre sonuna kadar güçlü oyununu
devam ettirdi. Bu maçta Sivasspor Galatasaray’ın Seri ve Lemina
gibi oyun kurmada en çok sorumluluk alan oyuncularına daha önceki
maçlara göre daha çok baskı yaptı. Bu sayede ilişkisel futbolun
çeşitlendiğini görebildik. Galatasaray teknik yönetiminin bu
olasılığı daha önceden öngördüğünü özellikle Donk ve Marcao’nun
oyun kurarken daha fazla sorumluluk almasıyla fark edebildik.
Örneğin Fenerbahçe ve Gençlerbirliği maçlarında bu oran daha
düşüktü çünkü bu maçlarda rakipler orta saha oyuncularına Sivasspor
kadar baskı yapmamışlardı. Donk ve Marcao bu maçta gerektiğinde bir
orta saha oyuncusu gibi öne çıkarak oyun kurulumuna destek
verdiler. İlişkisel futbol inisiyatifinin en önemli örneği
Galatasaray’ın ikinci golünde Donk’un neredeyse kendi ceza
sahasının sağ önünden rakip ceza sahasına kadar yaklaşık 70 metre
baskısız top sürebilmesiydi. Sivasspor bu kadarını hesaba
katmamıştı bence.
Galatasaray ilk yarının sonuna dek maçı koparabilecek
pozisyonları buldu ama onları golle sonuçlandıramadı. Maçı
kazanamadı ama ürettiği yeni oyunu ligin en iyi takımlarından
Sivasspor karşısında, üstelik deplasmanda test etme imkânını buldu.
Ve bence oyununu geliştirmeye devam etti.