Daniel Craig’in son kez James Bond’u canlandırdığı “Ölmek İçin Zaman Yok”, 2006 tarihli “Casino Royale”den sonra serinin en iyisi. Film, aksiyonun hakkını verirken Craig’li serinin en duygusal filmlerinden birisi olarak da dikkat çekiyor.
UYARI: Bu yazı filmdeki sürpriz gelişmeleri ele verir.
James Bond filmlerinin ilki olan 1962 tarihli “Dr. No”dan bugün yaklaşık altmış yıl geçmiş. Bugün gösterime giren 25. film “Ölmek İçin Zaman Yok” ile bir devir daha kapanıyor. Sean Connery (6 film), George Lazenby (1 film), Roger Moore (7 film), Timothy Dalton (2 film) ve Pierce Brosnan'ın (4 film) ardından son 15 yılın James Bond’u Daniel Craig’in yer aldığı beşinci film “Ölmek İçin Zaman Yok”. Bu filmin Craig’in yer alacağı son yapım olduğu daha önce ilan edilmişti. Haliyle yeni Bond’un kim olacağı da bir tartışma konusu. Siyah bir Bond’un vaktinin geldiğini iddia edenler olduğu gibi, “kadın bir 007 neden olmasın” diyenler de az değil. Ki bu filmde bu talebe “neden olmasın” diye göz kırpılıyor açıkçası.
Bu satırların yazarına ve birçok otoriteye göre Craig’li serinin en iyi filmi olan 2006 tarihli “Casino Royale”den başlayarak "Quantum of Solace" (2008), Skyfall (2012), "Spectre" (2015) ve “Ölmek İçin Zaman Yok” tematik olarak birbiriyle de bağlantılıydı. Her filmde ‘kötü’ler değişse de, bir önceki filmden simaların göründüğü ama asıl olarak James Bond’un duygusal hayatının çalkantılı bir hal aldığı bir beş filmlik serüven oldu bu. “Casino Royale”de 007’nin hayatına giren Vesper Lynd’in kaybının ardından kahramanımızın bir türlü kendisine gelemediğini, âşık olduğu kadının gölgesinin onu sürekli takip ettiğini gördük. Arada tabii ki birçok güzel kadın da oldu etrafında ama Vesper’ı bir türlü unutamadı Bond. Üstelik bütün seri boyunca Bond’un emeklilik planları hep gündemde oldu. Buna içten içe aile özlemini de ekleyebiliriz.
“Ölmek İçin Zaman Yok”, bir önceki film “Spectre”nin bıraktığı yerden başlıyor. Bu filmde Madeleine ile aşk yaşayan ve artık emeklilik hayali kuran Bond geçmişi kapatmayı düşünüyor. Vesper’ın mezarına gidip onunla olan bağını koparıp mutlu mesut yaşama hayali kurarken beklendiği üzere bir kez daha kavgaya çekiliyor. Madeleine’in kendisine ihanet ettiğini düşünen Bond, onunla bağını koparıyor. Aradan beş yıl geçtikten sonra tabii ki dünyanın sonunu getirmek isteyen bir kötü adam ortaya çıkıyor. Bond, her zaman olduğu gibi denize sıfır bir evde yaşadığı Jamaika’da, eski dostu CIA ajanı Felix tarafından bulunuyor. İngiltere’de istihbaratın gizli biçimde yürüttüğü biyolojik bir araştırmanın verileri tehlikeli bir ‘kötü’ adamın eline geçmiştir. MI6 bunu inkâr ettiği için CIA işin içindedir.
Bir dizi başka gelişme sonucu Bond mecburen emekliliğini askıya alır ve olayların içine dâhil olur. Bu süreç Bond’un yolunu bir kez daha Madeleine ile kesiştirecektir. Üstelik sadece onunla değil, bir önceki filmin kötü adamı Blofeld ile de. Filmin bundan sonrası bol araba kovalamaca sahnelerinin olduğu, silahların ve yakın dövüş tekniklerinin havada uçuştuğu aksiyon dolu bir macera. Kendi adıma bu filmin Craig’li yapımlar içinde “Casino Royale”den sonraki en iyisi olduğu söyleyebilirim. “Jane Eyre” ile tanıdığımız “True Detective” sınıf atlayan Cary Joji Fukunaga’nın yönettiği yapımın bu açıdan oldukça iyi olduğunun hakkını verelim. Aksiyon sahnelerindeki plan sekanslardaki zanaat, kovalamaca sahnelerindeki organizasyon takdire şayan. Fukunaga, yalnızca bu sahnelerde değil. Yakın plan sahnelerde de duyguları geçirmeyi başarıyor. Ki bu filmin emeklilik hayalleri kuran Bond’un en duygusal olduğu yapım olduğunu belirterek geçelim bu kısmı. Ama böylesine pür bir aksiyon filminde duygusal atmosfer yaratabilmek de maharet.
En nihayetinde James Bond’a dair bir bölüm daha kapanırken, oldukça sembolik bir mekân ev sahipliği yapıyor buna. Soğuk Savaş’tan kalma bir füze silosunun olduğu ada. Aslen bir Soğuk Savaş ürünü olan James Bond’un üzerinden bir türlü kalkmayan bu gölgeyi de kaldırmak istiyor belki de filmin yaratıcıları. Çünkü Soğuk Savaş bitse de Bond filmlerindeki etkisi hiç bitmedi. Hemen her filmde Rus ya da Doğu Blok’u kökenli ‘kötülerin’ kol gezdiği yapımlar izledik. Burada da kötü adamımız öyle olmasa da ordusu tabii ki Rus askerlerden mürekkep. Rus askerler, füzeler, zehirli kapsüller, Soğuk Savaş’tan kalma mekânlardan daha uygun ne olabilir James Bond karakterinin ölümü için?
James Bond gibi bir karakterin emekliye ayrılması gibi durumun söz konusu olmayacağını zaten biliyoruz. Filmin yaratıcıları da böyle düşünüyorlar. Bond’un bedeninin fiziki olarak ortadan kalkmasının filmin duygusal finali açısından değil, beş filmlik serinin ana akslarından birisi açısından da oldukça anlamlı olduğu söylenebilir. Yaklaşık 60 yıl ve 24 film önce “Dr. No”da Ursula Andress’in bikinisiyle denizden çıkışından başlayan bir süreç, ilerleyen yıllarda “Bond Kızları” diye bir tanım yerleşmişti sinema literatürüne. Birbirinden güzel kadınlar, Bond’un cazibesine kapılıp gitti on yıllar boyunca. Bütün bu filmler boyunca ‘beden’ kadınlar üzerinden tanımlandı.
Daniel Craig’li ilk film “Casino Royale”den başlayarak ise bu argüman alt üst edildi. Bond’un bedeni (çoğu zaman kadınlardan fazla) filmlerin merkezine (kimi zaman fetiş olarak) yerleştirildi. “Casino Royale”, Ursuna Andress’in denizden çıkışının Daniel Craig’li versiyonuyla açılır ve artık başka bir dünyanın varlığına işaret edilir adeta. Yine aynı filmde serideki geleneksel kadın-erkek (Bond) ilişkisini tersyüz eden başka bir sahne daha yer alır. Bond, filmin esas kızı Vesper Lynd ile ilk kez karşılaştığı tren sahnesinde genç kadından başta kalçaları olmak üzere vücudu hakkında büyük iltifatlar alır. Biraz utanır da açıkçası. Ama Bond’u en çok etkileyen şey Lynd’ın zekâsıdır. Çünkü bu filme kadar Bond kadınların bedenine, kadınlar da Bond’un zekâsına ilgi duymuştur.
Üstelik Bond’un bedeni yalnızca kadınlar için değil, erkekler için de bir cazibe merkezidir artık. “Casino Royale”in kötü adamı Le Chiffre, Bond’u bir sandalyeye oturttuktan sonra ilk olarak şu cümleyi sarf eder: “Vücuduna iyi bakmışsın.” “Skyfall”da bir başka kötü adam Silva, tıpkı Le Chiffre gibi Bond’u yakalayıp bir sandalyeye bağladıktan sonra ellerini onun bedeninde gezdirir. Bond’un bedeninin ‘nesneleştirilmesi’ne “Ölmek İçin Zaman Yok”ta da rastlıyoruz.
Ana de Armas tarafından canlandırılan Paloma karakteri, Küba’da Bond ile buluştuktan sonra onu mahzen gibi bir yere götürüp üzerini soymaya başlıyor. Bond, “önce biraz birbirimizi tanısaydık” dedikten sonra da arkasındaki takım elbiseyi çıkartıp ona uzatır. Aslında elbise değiştirilecektir o kadar. Ama Bond kendisini taciz edilmiş gibi hisseder ve bundan sonrası için Paloma’nın sırtını dönmesini ister. Erkeklere (Bond’a) özgü olan karşı tarafı soyma, bedenini görme eylemi/ talebi bu kez fütursuzca Paloma tarafından gerçekleştirilmiştir. Filmdeki bu tür ‘kadınca’ dokunuşların senaryo ekibine sonradan dâhil edilen Phoebe Waller-Bridge’in marifeti olduğunu iddia etsek yanlış olmaz sanırım.
Özetle söylemek istediğim Daniel Craig’in James Bond’u, serinin tüm filmleri boyunca kavramlaştırılan “Bond Kızları” tanımını başka bir boyuta taşıdı bana göre. Craig, ilk “Bond Erkeği”ydi aynı zamanda. Ve 60 yıllık, 25 filmlik serinin büyük bir kısmında 'Bond Kadınları' nasıl ki, bedenleri cazibesini yitirmeden öldüyse (genç ve güzelken), 'Bond Erkeği' de bundan azade olamazdı. Bu kaderden bir tek anne olma vasfıyla kutsanan Madeleine kurtulabilirdi. Nitekim öyle de oldu!