Bir süreçten geçenler, başlangıç olduğunu düşündükleri evreyi anlamaya özel bir önem atfederler. Zira başlangıcın sonradan gelen olayları belirlediğine ve süreci koşullandırdığına dair güçlü bir inanç vardır. Söz konusu inanışa göre, başlangıç sürecin tüm gelişim evrelerini ve etkilerini bir potansiyel olarak kendinde barındırır ve neyin ilk olduğunu keşfederseniz gelişen sürecin kaynağını, sebeplerini ve bitiş zamanını da öğrenmiş olursunuz. Salgın süreçleri de bu genel inanışın etkisinden bağımsız değildir. Her salgının değişik evreleri vardır: Alevlenme, büyüme, zirve ve iniş. Alevlenme evresi saydıklarım içerisinde en çok merak edileni temsil eder. Bildiğim kadarıyla bugüne kadar salgınlardaki “son hasta”yı açığa çıkartmak için yapılmış hiçbir özel araştırma yoktur. Çünkü genellikle insanlar hastalık neden sıçrama yaptı, nasıl başladı ve bundan kimi sorumlu bilmek isterler. Bu genel istek, “ilk hasta”ya yönelik bilimsel ve popüler ilginin de kaynağını oluşturur.
Dünyayı allak bullak eden korona salgınında da çoğu insan ilk hastanın baştan çıkarıcı çekimine kapılmış durumda. Bu konuda yayılan haberlere ve açığa çıkan bilgilere yönelik ilgi dünya çapında ve tek tek ulus devletler ölçeğinde kendini açığa vuruyor. İlk başta söylendiğine göre hastalığın doğum yeri Vuhan bölgesindeki bir balık pazarıydı ve buradaki hayvanlarda mutasyona uğrayan virüs insanlara bu yoldan bulaşmış ve sonra da yayılmıştı. “İlkel” koşullarda üretim yapılan, insanların ve hayvanların dünyasının birbirinden ayrılmadığı bu bölge, dünyaya “Çin malı” bir hastalık, belki de bir kıyamet alametini armağan etmiş gibi gösteriliyordu. Hastalığın yayıldığı diğer coğrafyalar da kendi yerel ölçeklerinde benzer bir anlatıyı devreye sokmakta çok gecikmediler. Güney Kore’de hastalığın ülkeye taşınmasının ve yayılmasının kaynağı olarak gizemli ve tekinsiz bir tarikat gösterilirken, Avrupa’da Doğu’dan gelen göçmenler ve Batı’nın “zayıf halkası” olarak görülen İtalya hemen ön plana çıktı. Ya Türkiye ne yaptı? Türkiye, Suriyeli göçmenleri zaten sınır boylarına çoktan sürdüğü için biraz bocaladıktan sonra ilk etapta dışarıdan yurda gelen vatandaşları, hemen ardından da resmi pullu ve damgalı bir evrakla yaşlıları hedef tahtasına oturttu.
Eğer aldanmak ve masum insanları suçlamak istemiyorsak bir şeyi hep aklımızda tutmalıyız. Ortalığı toz ve dumanın kapladığı bir yerde gerçekten önünü görmek isteyenler, herkesin kolayca yanıtladığı kalıp sorulara değil sorulmadan bırakılmış ve yanıt bekleyen sorulara yönelirler. Bu bağlamda önümüzde duran birinci soru şudur: İlk hasta diye bir şey gerçekten var mıdır? Diyelim ki var, bu durumda ilk hastanın kim olduğu gerçekten teşhis edilebilir mi? Ben iki soruya da olumlu yanıt verilebileceğinden çok emin değilim ve bu konuda hiç şüphe duymadan kesin yargıları olanların farklı motifleri olduğuna inanıyorum. Yaygın önyargılar, korkular ve daha derindeki tiksintiler, insan normal koşullarda ağır basan utanma duygusunun ve sorumluluk bilincinin yüklerinden kurtulduğunda, kamusal alanda ileri sürülüp sanki bir fikirmiş gibi saygı görmeyi talep ederler. İşin kötüsü böyle bir saygıyı göstermeye hazır çok sayıda insan bulmakta da hiç güçlük çekmezler. Zira bu anlarda kendini korumanın bencil ve baştan çıkarıcı gücüne kapılmış olan çoğu kişi, insanı insan yapan ortak değerleri kurtulması gereken bir boyundurukmuş gibi hissetmeye başlar.
Söz konusu durumlara salgınların tarihinden birçok örnek verilebiliriz. Ama nispeten yakın sayılabilecek gelecekte patlak veren ve “ilk hasta” kavramı kendisiyle beraber ilan edilen AIDS salgını üzerinde durmayı bu bağlamda daha anlamlı buluyorum. 80’li yılları yaşamış olanlar o dönemki paniği mutlaka hatırlayacaklardır. İnsanın kendine en yararlı olan varlığın, yani diğer insanların aynı zamanda ölümcül bir tehlikeye dönüşebileceği gerçeğiyle yüzleştiği bu imtihandan yüz akıyla çıktığını söylemek ne yazık ki mümkün değil. Uçak veya tren gibi toplu ulaşım araçlarından, sinema veya tiyatro gibi ortak kültürel mekanlara kadar her alanda hakim olan tek duygu panikti. Paniğin büyük bir kısmı hastalığın aktarılma ve yayılma mekanizmaları konusundaki derin bilgisizliğimizle ilgiliydi. Örneğin havadan HIV kapılabileceği hatta tokalaşma yoluyla bu hastalığın bulaşabileceğine inananlar vardı. Hastalığın bulaşma yollarının tam olarak açığa çıkarıldığı ve tüm bu kaygıların yersiz olduğunun bilimsel olarak ispatlandığı nispeten geç sayılabilecek bir dönemde dahi, Prenses Diana’nın bir AIDS hastasıyla tokalaşması büyük yankılar uyandırmıştı. Ama tüm bu olanlar bize bilgisizliğin bir özür olmaktan çok, derindeki korkuların ve kaygıların işaret ettiği yönde düşman yaratmanın mazereti olduğunu gösteriyor.
Şöyle ki, o dönemlerde AIDS’in bir eşcinsel hastalığı olduğu ve sadece ters ilişki yoluyla yayıldığına dair yaygın inanç olmuştu. Sonradan bu inanç, kötü niyetli eşcinsellerin başkalarına HIV bulaştırmak için sinemalara, otobüslere virüs saçtığı hatta şırıngayla bu virüsü doğrudan zerk ettiği yönündeki rivayetlerle tamamlanmıştı. O dönemlerde tıp çevrelerinin eşcinselliği hastalık olarak kabul eden söylemleri bütün bu yaklaşımlara bilimsel bir dayanak sunuyordu. Kanadalı bir uçuş görevlisi 80’lerin başlarında hastalığı ABD’ye taşımakla suçlanıyordu. HIV’in hastalık olarak teşhis edildiği ilk ülke sanki hastalığın da ilk açığa çıktığı yer olarak kabul edilmiş ve bu isimle teşhis edilen ilk kişi de “ilk hasta” olarak kabul edilmişti. Bu kişinin gey olmasından ve o dönem hastalığın eşcinsel topluluklar arasında yaygın olduğu yönündeki rivayetlerden hareketle kolaylıkla bunun bir eşcinsel hastalığı olduğu sonucuna ulaşılmıştı. Sonradan gerçeklerin çok farklı olduğu anlaşılmıştı. İşin doğrusu şuydu ki hastalık ABD’ye 1970’lerin başında Karayipler'den gelmişti ve getiren kişi veya kişilerin cinsel yönelimi meçhuldü. Üstelik Karayiplere nereden geldiğini kimse bilmiyordu ve bilmediği için de spekülasyon ve komplo teorileri dışında bir şey üretilemiyordu.
Gerçek anlaşılmasına anlaşılmıştı, ama gerçek daha kapıdan adımını atmadan tevatür bütün dünyayı dolaşır derler. Bu konuda da süreç aynı şekilde işledi ve hastalık ile eşcinsellik arasında kurulan bağ gerçekten çok daha hızlı bir şekilde hareket etti ve çok daha derine nüfuz etti. Çünkü homofobik bir dünyada, kötülüğün ve hastalığın kaynağı olarak eşcinselleri suçlamaya baştan eğilimli insanlar onu kabul etmeye çoktan hazırdı. Bu vesileyle bizler sosyal ve politik fobilerin nasıl kolaylıkla koalisyon kurduğunu ve elbirliğiyle masumu suçlu çıkarmaya yöneldiğini de gördük. Örnek mi? Türkiye’de 90’lı yılların ortalarından işlenen ve ilk bakışta son derece tuhaf görünen bir cinayet vakasını hatırlatmama izin verin lütfen. İstanbul’un Kurtuluş semtinde bir meyhanede beraber eğlenen arkadaşlardan birisi, gecenin ilerleyen saatlerinde silahını çekmiş ve iki arkadaşını oracıkta öldürüvermişti. Katilin gerekçesi şuydu: “Bana Rock Hudson dedi”. Sonra da katil öldürdüğü kişilerin zaten “Türk düşmanı” olduğunu özellikle vurguluyordu. İki maktulün de isimlerinden Ermeni olduğu anlaşılıyordu. Ayrıca Rock Hudson AIDS’ten ölen ünlü bir Hollywood yıldızıydı ve popülerliğinden ötürü eşcinsellik ile hastalık arasında kurulan bağın sembol ismi halime gelmişti. Katil, homofobi ve Ermeni düşmanlığının harmanlanmasından oluşan bir nefretle motive olmuştu.
Evet, şimdiden öngöremiyoruz ama bugün salgın ile belli toplumsal gruplar arasında kurulan bağların ilerde nasıl sonuçlara yol açacağından hiçbirimiz emin olamayız. Mesela Korona’nın Vuhan bölgesindeki bir balık pazarında ortaya çıktığı iddiası şimdiden kesinlikle yanlışlanmış olmasına rağmen, dünyanın tamamını katetmiş bir rivayet halini aldı bile. Zira “The Lancet” isimli dergide yayımlanan bir araştırma, ilk virüs vakasının 1 Aralık 2019 tarihinde teşhis edilen ve balık pazarıyla ilgili olmayan bir şahıs olduğunu açık bir şekilde ortaya koyuyor. Buna karşın küresel egemenlik aygıtının oluşturduğu “ilk hasta” imgesi, dünyanın yoksulluk sorununu “ilkellik” kavramı arkasında gizlemek adına geliştirdiği yorum kalıpları otomatik olarak devreye giriyor, göçmen ve yabancı düşmanlığıyla kol kola giriyor. Sonra ekolojik sorunların açıkça ortaya koyduğu bir gerçek olan türler arası karşılıklı bağımlılığın, hayvandan insana geçen virüsler (zoonoz) üzerinden gelişen anksiyeteyle yeniden dengelendiği karşıt bir psikolojik iklim oluşuyor.
Oysa salgınlar öyle söylendiği gibi kesintili ve çizgisel bir şekilde ilerlemiyor. İnsandan hayvana, hayvandan insana taşınan iç içe geçmiş ve genişleyen daireler şeklinde hareket ediyor. Bir dairenin başlangıcını bulmak ne kadar mümkünse, ilk hastayı bulmak da o kadar mümkün. Neden mesela önceki salgında bir hayvana virüs bulaştıran “son hasta” değil de, bir hayvandan virüs kapan kişi sebep gösteriliyor? Eğer “ilk hasta” imgesi dışında bir dayanağınız yoksa, sadece bir efsaneye dayanıyorsunuz demektir. Söylendiğine göre ilk hasta terimi, ABD’li doktorların şehir dışından gelen HIV’li hastaları ayırt etmek üzere kullandığı ibarenin yanlış anlaşılmasında kazayla doğmuş bir terim. Terimin orjinali şu: “Patient O”. Bu adlandırmadaki O harfi İngilizcedeki “outside” kelimesini anlatıyor, ancak bir yanlış anlamayla “sıfır” şeklinde yorumlanıyor. Varlığını bir yorum hatasına borçlu bu terimin, anlam ve önemini insanların önyargılarına ve korkularına borçlu olduğunu da unutmamamız gerekiyor.