İlk kitap: Tanrının Yükseklik Korkusu

Emirhan Esenkova’nın ilk şiir kitabı Tanrının Yükseklik Korkusu on yedi yıllık uzunca bir sürede yazılan şiirlerden oluşuyor. Hafıza, hem ana kütle hem de dekor olarak kitap boyunca sürekli kendini gösteriyor.

Abone ol

Sinan Özdemir

sinannozdemir@gmail.com

Emirhan Esenkova’nın ilk şiir kitabı Tanrının Yükseklik Korkusu on yedi yıllık uzunca bir sürede yazılan şiirlerden oluşuyor. Neredeyse “toplu şiirler” denebilecek formatta bir ilk kitaba daha önce rastladığımı söyleyemem. Anlaşılan o ki genç şairin şu ana kadarki bütün verimi, dolayısıyla şiir çizgisi okura olduğu gibi sunulmak istenmiş. Hepimizin malumu olan genç şairlerin kitaplarını yayımlatabilme konusunda yaşadıkları sıkıntılar göz önüne alınırsa, bu ilk kitabın daha baştan bir kafa tutma niyetinde olduğunu söyleyebiliriz: Oysa ben de bilirdim posasını çıkardığınız dosyamı / Eşe dosta yoklatmayı / İçinizin çirkinliğini sergileyen vitrinleri / Pohpohçulara hohlatmayı (“Şiir Satmıyor”, s. 24)

Altı bölümden oluşan kitabı bir “hafıza toplamı” olarak değerlendirmek mümkün. Hafıza, hem ana kütle hem de dekor olarak kitap boyunca sürekli kendini gösteriyor. Şiirin varoluşsal nedenlerinden birinin hafıza olduğunu dikkate alırsak, şairin bu noktayı merkezde tutmasının yazdıklarına derinlik kattığı görülecektir. Kitabı bölüm bölüm incelemekte fayda var çünkü bölümler ve hatta şiirler arasında organik bağlar olduğunu ve geçişlerin birbirleriyle ilişkilerine bu şekilde daha rahat işaret edilebileceğini düşünüyorum. Detaylı incelemeye geçmeden önce ise Esenkova’nın şiir evrenine dair görebildiğim birkaç unsuru ayrıca paylaşmam yerinde olacaktır.

ESENKOVA'NIN ŞİİR EVRENİ

İllüstrasyon: Ezgi Beyazıt

Daha çok Kontra Fanzin’de yer alan çalışmalarıyla tanıdığım şairin şiir eğilimlerinin, yaşanılan dönemin olağan bir şekilde yarattığı temasların dışında, kendine has bir üsluba sahip olduğunu düşünüyorum. Dili bazen yokuş aşağı bırakan, sözcüklerin seslerinden anlam örgüleri oluşturan, çocuk dilini, argoyu, masalsı atmosferi, tekerleme yansımalarını vs. olabildiğince akışkan bir biçimde kullanan bir şair Emirhan Esenkova. Bilinç akışını ve enerjiyi en hız almış haliyle görmek de mümkün onda, düşüncenin devreye girerek söz almasını da.

Esenkova’nın şiirlerinde deneyselliği de, yeraltı edebiyatının karanlık havasını da bulabilirsiniz ve bütün bunlar onun şiirinin, belki hayata bakışının, gerçeklik noktasındaki anlamı, sahiciliği ve gerekliliği kadar varlar. Özetle, bu çok yönlülüğü şairin şiirlerinde sıkça kullandığı “ahtapot” imgesine benzetebiliriz. Örneğin “Sokak” adlı şiirde şair, Ahtapot muyum sarıyor kollarım edalı kadınları / Aynı anda üç kişiye aşık dolanıyorum sokakları (s. 29) diyerek öznesini üç kalpli ahtapotlarla eşitler ve çizgisellikten kurtarır. Ya da “ahtapotun bacaklarını parçalara ayırdıkları sofraya” bakarak poetikaya, insanlara dair eleştirisini başka bir “bütünsellik” noktasından hareketle ortaya koyar (“Güzaf”, s. 150).

Emirhan Esenkova bir eğilim taşıyıcısı değil, kendi takıntıları (örneğin “nefes” kavramı kitap boyunca farklı anlam şemaları ve dilsel düzlemlerde ele alınıyor) ve fobileri (yükseklik, seyahat, ölüm, uçak, karanlık, hastalık korkusu gibi) olan, bunları şiirsel düzleme başarıyla aktaran bir şair.

Ayrıca şairin, algısal sıçramalarının yanında, yerleşik ifadelerin yerinden oynatılması ve tersyüz edilmesi, ritmik ton gibi unsurları sıkça kullandığını görüyoruz. Duyuya temas ederek hissi somutlaştıran, böylece okuru da şiire dâhil eden bir atmosfer yaratıyor Esenkova. Örneğin, kitabı okurken “+ / - ” kutuplardan oluşan bir dizeyle “pil yalayıp” çocukluğunuzu tadabilir ya da “korse geçirilmiş bir akciğer” ile korkuyu ensenizde hissedebilir yahut “sıkı sıkı” ikilemesinin ritmik tekrarlarıyla çölün ortasında ilerleyen trenin sesini oradaymış gibi duyabilirsiniz.

KONTRAST: SAFLIK VE KİR 

Kitaba daha yakından bakmaya başlayalım; ilk hasarlarımızı bebeklikten alırız. Gördüğümüz ilginin-ilgisizliğin yansımalarını, açık veya kapalı olarak, hayatımız boyunca taşırız. Hafıza, üzeri örtülü olsa dahi bu noktadan itibaren devrededir. Bulup çıkarabildiklerimiz ise ancak çocukluktan başlar. Esenkova, Tanrının Yükseklik Korkusu’nun ilk bölümü “Methal”de hafızayı işleterek çocukluğuna dönüyor: İlk çaldığım şey / Bir oyuncak arabaydı / İçinde zincirleme kazalara karıştığım (“Bitlenmiştim”, s. 11).

Kural koyucuların büyükler olduğu egemen kültürde, öğretilen, dayatılan kodlarla hareket etmek zorundasınızdır. Fakat lirik özne bir şekilde tavır alır: Ve Nemeçek öldüğünden beri tutuyorum ağlamamı. Kurala uyulup ağlanmamıştır ama yine de Pal Sokağı Çocukları’nın dramatik kahramanı Nemeçek’in yanında yer alınmıştır.

Çocukluğa dönmek, saflığa dönmektir, büyüdükçe tesadüf ettiğimiz kirin yarattığı kontrasttır. Bu yönüyle “çocukluk” hepimiz için kaçış mekânıdır, temiz olmanın/kalabilmenin şimdide tekrar denenmesidir. Bu sebeple şair “abur cuburu, Olips’i, gameboy’u, cipsli parmak izini” taşır şiirlerine. Bir anlamda umudu da.

Bakkal topuna ne kadar sert vurursan

Gideceği yer o kadar belirsiz

Rastlantılar kaçınılmaz – olasılıklar imkansız

Biz kağıt uçak yapan güzel çocuklar

Biz kazanacağız en sonunda – biz (“Kağıt Uçak”, s. 15)

İlk bölümün, “Kağıt Uçak” adlı şiirden itibaren içerikte ve dilde sertleştiğini görüyoruz. Sertlik ironiyle kırılarak yeni bir düzleme geçiliyor, aynı anda masalsı imgelerin kullanımı, muzip bir konuşma dili, sesin ve bilincin birbirine dolaysız, ritmik karışımı belirginleşmeye başlıyor. Bakkal topuna “gelişine” vuruluyor artık. “Haydutlar, Damat Ferit’ler, Bakunin’ler, kaleler” topa tutuluyor. Hayatın hızı ve çocuk enerjisinin bir çeşit savaşıma girdiği görülüyor: Fiilleri çekiyorum benim geçmişimden senin şu anına (“Mülk”, s. 22); ve “kötücül varlıklar” olarak işaretlenen insanlara karşı geçmişin “mek-mak”lı enerjisi bir panzehir olarak beliriyor.

Yürümek Arnavut kaldırımlarında

Beton dökmek boşluk olan her yere

Çimento ne kadar yoğunsa çimen o kadar istekli

En gri yolları bile bir gün saracak çayır yeşili (“Mek Mak”, s. 20)

Öte yandan, bu bölümde karşılaştığım zayıf yönleri değerlendirmem gerekirse, şairin “Telve” şiirindeki (s. 23) Kısık ateşte bıraktım kalbimi ya da “Ayrıksı” şiirindeki (s. 31) Tutarsızlığım tutarlı // İlerliyorum aksak adım türünden bazı buluşlarını, söz oyunlarını ve benzer seslerin kullanımlarını örnek verebilirim.

DAĞINIK KİMLİK

İllüstrasyon: Ezgi Beyazıt

İkinci bölüm “Islak Rüyalar” ile “sütlü gökyüzü” yerini “sivri olan şeylere tutunan yıldırımlara” bırakıyor. Bu bölümde, lirik özne, ilk gençlikten hız alıyor. Bir çeşit “dağınık kimlik” taşıyor da diyebiliriz: Viski mi isterim yoksa sevgi mi / Yahut sevgilim mi getirsin viskimi (“ Klişe Bulvarı”, s. 35). Sevgiyi, aşkı, seksi, uyuşturucuyu, alkolü yanına alan, başıboş, gezinti halinde bir lirik özne ile karşılaşıyoruz. Ayrıca, bu bölümde olağanüstü ögelerin sıkça kullanıldığını görüyoruz ki bunun “kaçışı” sağlayan önemli bir enstrüman olduğunu söylemek mümkün.

“Patlama küreleri, karıncalı akıncılar, lahana kaplı lastikler, kirpiklerin arasındaki küçük ejderha” bu ögelere verilebilecek birkaç örnek. Tabii belirtmekte fayda var, ilk gençlik yine de sert bir dönüşüm olarak karşımızda durmuyor, çocukluk, çocuksuluk zaman zaman sesini duyurmaya çalışıyor: Tek ülkeleştiğim yer çocuk yazıları (“Pardon”, s. 53).

Bölümün en etkileyici şiirinin “Korkuluk” (s. 46) olduğunu düşünüyorum. Bedenimden önce kalkıp dışarı bakıyorum // Sessiz bir çığlık on altı dikiş atıyor / Yapışık dudaklarıma gibi dizeler şiirin adındaki gerilimi başarıyla taşıyor. Yansıtılan bu gerilim aynı zamanda lirik özneyi “ıslak rüyaların” aslında “geçiciliğiyle” yüzleştiriyor. Sayfalar ilerledikçe sertleşen dil ile birlikte, alınan hasarların da ağırlaştığını söyleyebiliriz.

Sonundaysa asıl büyük darbeyi yine mecburen büyüyen çocuk alıyor: Tren raylarına yakın bir ev / Kumdan kurabiyeler / Korsan DVD’ler / Boşanmış ebeveynler / Düşük // Klişesine değil / Hakikaten öldü çocuk bu sefer. (“İlayda”, s. 51).

GARİP'E SELAM

Tanrının Yükseklik Korkusu / Emirhan Esenkova / Kolektif Kitap

“B Şiirler” adlı üçüncü bölüm, genel olarak Orhan Veli’ye, Garip’e bir selam niteliğinde oluşturulmuş. Esenkova’nın temel izleği “hafıza” ise yine merkezdeki varlığını korumayı sürdürüyor. Ara bir belirleme olarak bölümün ikinci şiiri “Şey”deki Kafiye / Peri / Orhan Veli / Seviyorum şiirlerimi (s. 74) dizelerine göz atmakta fayda var. Şairin neden daha dar kapsamlı bir “seçkiye” yüz vermediğini bu dizelerde görebiliriz. Bakıldığında “kafiyeye, periye” yaslanan bir şiir yazmıyor Esenkova. Kitapta çeşitli noktalarda rastlanabilecek bu unsurların, başarısız gibi gözüken, bazen de başarısız olan yanlarının, kolaylıkla budanabileceği ancak şairin bu yola başvurmadığı aşikâr. Bu tercihi bütün çocuklarını içeride tutan bir ebeveyn tavrı olarak okuyorum.

Bölüm içeriği için; kısa, nükteli, buluşlara dayanan, ferah, keyifli bir atmosferin şiirleri değerlendirmesi yapılabilir. Öte yandan “Cenaze Namazı”, “Mezarekimi” gibi şiirler karanlıklarıyla dikkat çekiyor. Bölümün kara kutusunu ise “Bellek ’14” oluşturuyor. “En”lerine dönmeye çalışan lirik özne, hafızanın kritik noktalarını kayıt altına alıyor. “Sesten, kokudan, aşktan, ben’den biz’e, direniş’e” yürüyen bir şiir “Bellek ’14”. Sayfadaki QR kod ise, okuru şiiri bütünleyen ilginç bir deneyime çağırıyor.

TÜKÜRÜK: AŞKIN EN SAF HALİ

Aşk şiirlerinden oluşan “Aşklık Sınırı” Cemal Süreya’yı andıran perde dizelerle açılıyor: Her benime / Bir / Kadın ismi versem / Her kadına bir / Ben / Kaç tane doğmalıyım / Bir bedenden (s. 95).

Her ne kadar lirik özne, “.Kalpçalar.”da (s. 108) kendini taş plaklı narin delikanlı olarak gösterse de, bu bölümdeki şiirlerin çoğunda hamleden çekinmeyen, aşkı, cinselliği bütün çıplaklığıyla kucaklayan bir profil çiziyor. Aşkını “salyasümük, tekmetokat” sarılarak da yaşıyor, sevgilinin “ruhuna Fatiha, nefsine Nef’i” okuyarak da. Somut alanla soyut atmosfer tıpkı aşkın karmaşıklığı gibi iç içe geçiyor şiirlerde: Yine ucuz kurtulduk / Çamuru fokurdatan sağanak yağmurdan / Yatakta uzanıyoruz / Sigaramı yakıp uzatıyorsun uzaya / Bir böcek dolaşmış kollarımızda / En azından kanımız bir / Başka yaşamlarda (“Isırık”, s. 98).

Çocukluk izleğinden uzaklaşmayan şair, burada da farklı katmanlara erişiyor. kırık pastel boyalar var ellerimde / kokuları çocukluğumu hatırlatıyor / ben belgrad ormanı’nda koşarken / sen kremalı çöreğe benziyorsun / gözlük camında döl varken (“Mon Ami”, s. 104) ya da Hava yağmurlu olursa eğer / Şemsiyeni açarsın / Hava güneşli olursa / Göğüslerini (“Hastasonu”, s. 112) dizelerinde olduğu gibi çocuksu, muzip bir eda ile cinsellik harmanlanıyor. İki saf gerçeklik aynı potada eritiliyor. Tam da bu noktada bölümün son şiiri, bir başka deyişle bir sonraki bölüm olan “Ziyan”ın hazırlayıcısı, “Tükürük: Aşkın En Saf Hali” (s. 118) şiirine bakmakta fayda görüyorum. Şiirin adı ve yukarıda bahsettiklerim sizi yanıltmasın; dizeler son derece öfkeli, melankolik ve karanlık. “Kremalı çörek” artık “kırılan bir çikolata tabakasıdır”. “Kelebeklerin çirkinliği” yakından bakınca belli oluyordur. “Uzaya sigara uzatılmıyordur” çünkü “kainat bir bardak suda saklıdır”. “Hastasonu” şiirindeki Kan sızar aramıza / Zaten kan ayırsın bizi en fazla dizeleri yerini Kavuştuk ama karışamadık birbirimize dizesine bırakmıştır. Şiirdeki baskın duygu-düşüncelerse, kıskançlık, itiraf ve beyni kemiren sorulardır. Ve ben seni kurtaramam / Sen beni düşünürken / Başkasının içine boşaldığı anda (…) Etlere olan hayranlığına / Hırlasın tüm hayvanlar (…) Üşüyorum senin dışında kaldığımda / Benden önce kaç kişiyle yattın ki.

KARANLIK VE HUZUR 

“Ziyan” karanlık şiirlerin bölümü. Öfke, umutsuzluk, ölüm, hayal kırıklığı, mutsuzluk; ülke ve dünya eleştirisi; rezidans, AVM ve camiden mürekkep mimarinin, sistemin, ideolojinin eleştirisi; erklerin eleştirisi. Ve kötünün karşısında hatırlanan doğa: Bir kaz gibi olmalısın / Beyaz ve masum (“Kaz Aşkı”, s. 127), Beyaz boyanın içinde boğulmuş bir arı (…) Uslu dursaydık kuşlar kanat çırpmazdı / Efendi olsaydık balıklar nefes tutmazdı (“Şarkı”, s. 129), Güneşin kafasını kazıdığımda ismini gördüm ayazda / Buzullar eriyene kadar kolayı tut / Tüm zoraki umutlarını unut / Bu ulus tıka basa doymuş uğursuzluğa (“Simsiyah”, s. 144). Görüleceği gibi insanın yarattığı tahribat şairi umutsuzluğa sürüklemiştir. Yıkım, doğal olarak en büyük etkiyi tabiat üzerinde bırakmıştır. “Ormanlar betonlaşmış”, “ördekler ölmüştür”.

“Ölüm” bu bölümün ana meselelerinden biridir. Özellikle bu bölümde karanlığa, ölüme ve korkuya öyle gömülmüştür ki lirik özne, Ne çok ölüm lafı var şiirlerimde / Çok fena korktuğumdan herhalde (“Tanatofobi”, s. 135) derken bulur kendini. Fakat bir şairde bulunması gerektiğini düşündüğüm özelliklerden olan “karşı duruş” Esenkova için de anılabilir bir özelliktir. Bölümün perdesinde Ateşi gelmeyecek barut gibiyim (s. 125) diyen şair, aslında hiç de kırılgan değildir. Öfkeyi, inancı ve eylemliliği hazırında bekletmektedir: Pipeti ısır / Ve karanlığa küfredeceğine bir ev kundakla (“Simsiyah”, s. 144). Hatırlatmakta fayda var, kitap boyunca “çocuk hafıza” korku duygusunu, karanlığı eşeleyip durmuştur. Yine çocuk için “kola, cips” tasasızlığın dekorlarıydı çoğu yerde.

Her ne kadar karanlık bir bölüm olduğunu vurgulamış olsam da, yer yer tonuna sertlik katılmış olmakla birlikte muzip söylemin, aşk-cinselliğin burada da kendini gösterdiğini söyleyebilirim. Ayrıca “Uzunca Bir Konuşma”nın (s. 170) buraya kadar anlattıklarımın, okuyabildiklerimin fotoğrafını çeken bir özet-şiir olduğunu ve bununla bağlantılı olarak, bilinç akışını sık sık kullanan şairin uzun yılları kapsayan şiirinin, matematik bir akıl taşıdığını ekleyebilirim.

Kapanış bölümü olan “Hitam” ise “I”, “II”, “III” ve “Tıp” başlıklı dört şiirden oluşuyor. Adlarıyla oluşturulan oyunla birlikte bu şiirleri tek bir şiir olarak görmek mümkün. Bu dış çemberden farklı olarak daha çok ilk üç şiirin kendi içlerindeki yakınlıklarından söz edebiliriz. Karanlık imgeler, son bölümde mistik olanla birleşiyor. Seçilen sözcükler bu havayı yansıtıyor: “miraç”, “menşe”, “menhus” gibi. Hareketli lirik özne toparlayıcı bir yalvaç tavrıyla söz alıyor artık.

İnsanlığı; kabullenişe, gerçeğe, hakikati görmeye, huzura çağıran, öğütler veren bir çocuk-yalvaç tavrıyla karşılaşıyoruz. “Tanrı”yı temize çekebilecek kadar naif, korkularını unutmayacak kadar kendi kalabilen: Tanrı merhametsiz değil – inanın bana / Sadece yükseklik korkusu var / Bakamıyor aşağıya (s. 181). Kitabı doğru yerden kapatmanın anahtarını ise “Tıp” taşıyor: Ey dipsiz kuyu / Ve onun kuru suyu / Ey nabzı durmuş medeniyet / Dünyaya çarpacak uydu / Sessiz olun / Çocuk uyudu (s. 182).