Türkiye’de politika 2000’li yılların ortalarından beri bir kısır
döngünün içinde. 2000’li yılların başından itibaren Erdoğan
karşıtlığına indirgenen ve Erdoğanizmin belki de en büyük başarısı
olarak okunabilecek politik cenderede, aşırı politikleşmiş görünen
kamusal ortam apolitik söylem üretimi için fabrika işlevi görüyor.
Bu ortamda geçtiğimiz mart ayı öncesine damgasını vurmuş apolitik
söylemlerden biri “ilk seçimde gidecekler”di. Elbette yalnız
kalmadı: stratejik oy kullanma önerileri “ilk seçimde gidecekler”in
doğal sonucuydu. Bizzat CHP kadrolarının yarattığı muhafazakâr
seçmen miti çerçevesinde sağcılaşma; mesele milliyetçilikse en
milliyetçi, mesele dincilikse en dinci olma yarışı da bu cenderede
inşa edilen sahada gerçekleşti. Ağırlaşan geçim sorunlarına
politikanın değil, uzmanların karşılık vereceği gibi bir apolitik
söylemin “tutacağı” sanıldı. Erdoğan’ın tutarsızlığını ilan etmek
için Kürt sorununda asıl sen şunu şunu yaptın, Fethullahçılarla
asıl sen şöyle şöyle ilişkiliydin, bak Bahçeli bile önceden sana
şunu şunu demiş gibi içerikler dolaşımdaydı.
Muhalefetimizin aklına gelmeyen politik soruyu belki de bu
“tutarsızlık” bağlamında sormak gerek? Ne oluyor da bu pek
milliyetçi, aşırı sağcı, muhafazakâr toplumumuz Erdoğan çözüm
sürecine ilişkin emirleri ben verdim derken, demokratikleşme
açılımları başlığı altında liberal politikaları savunur görünürken
onu destekliyordu? Pek milliyetçi – muhafazakâr kentlerimizde
yaşayan seçmenler o zamanlar Kürt meselesinde bu kadar “hassas”
değiller miydi? Erdoğan’ın liberal görünümlü döneminde AK LGBT
hareketi adında bir hareket gündeme gelirken bugün bu konuda pek
“hassas” olanlar o gün değiller miydi? Ergenekon davalarının
savcısıyken, şunun yargıcıyken, bunun avukatıyken… Bunları uzatmak
mümkün. Peki bunun anlamı ne? Erdoğan’ın aynı meselede birkaç yıl,
hatta bazen birkaç gün arayla birbirine tamamen zıt şeyleri
savunduğu videoları göstererek bir politika ördüğünü düşünenler
neyi vurgulamaya çalışıyorlar. Seçmenin bunun farkında olmadığını
düşünerek mi yapıyorlar gerçekten, yoksa “aptal” seçmene
“gerçekleri” mi gösteriyorlar? En iyisini düşünerek şunu
söyleyebilirdik: İlkelere dayanan bir siyaset örmek için
iktidardaki ilkesizliği gösterme amacını taşıyor olabilirler. Fakat
bunun böyle olmadığını da ne yazık ki seçim öncesi, sırası ve
sonrasında deneyimlemiş olduk.
Soru geçerliliğini koruyor? Aşırı politikleşmiş görünen bir
ortamda muhalefetin neredeyse hiçbir politika üretmemesini
destekleyen ve böylece muhalefetin desteklediği kısır döngü nasıl
kırılacak? İlk seçimlerde gidecekler saçmalığı artık bitmiştir
varsayıyorum. Müsabakacı otoriter rejimler bakımdan müsabakanın
merkezde olduğunun ve artık bunun adının da seçim olmadığının
farkına varılmış olsa gerek. Bu nedenle örneğin mahalli seçimlerin
öncesinde, seçimi bir müsabaka olmaktan çıkaracak “politik” söylem,
bir gelecek imgesini destekleyebilecek mi? Geleceği bugünden örmeye
başlayan örgütlenmeler yerellerde vücut bulabilecek mi? Kısır
döngüyü güçlendiren; sokaktaki, okuldaki, ailedeki, basındaki
baskılar kırılabilecek mi? Erdoğan’ın kendi yarattığı krizlere
kendini çözüm olarak önerdiği kriz-tek adam döngüsü bakımından
krizlere politik yanıtlar üretilebilecek mi? Seçmenin
muhafazakarlığı-milliyetçiliği yerine ölçü olarak yukarıda saydığım
“tutarsızlık” bir veri olarak alınacak mı?
‘Stratejik oy’dan zamlara karşı “ohh olsun” moduna geçen
apolitizmi kıracak olan politik yaratıcılık ve üretim soldan
çıkabilir ancak. Solun Türkiye’deki her kesiminden. Bunun birkaç
nedeni var: Bölüşüm ilişkilerinde eşi görülmemiş dengesizliğe karşı
eşitliği; hazinenin boşalmasının bütün yükünü çalışan sınıflara
yükleyen politikalara karşı adaleti, “Millet”in dışına itilen halk
kesimlerine çizilen sınırlara karşı özgürlüğü savunacak başka bir
politik özne yok.
Fakat bu defa CHP’nin sola açılmasını beklemeden, solun CHP’ye
yön vermesine gerek kalmaksızın…