Geçtiğimiz hafta HDP’ye, aydın ve yazarlara eş zamanlı olarak yapılan operasyonlardan sonra CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu Twitter hesabından şu mesajı verdi: “Size herkesin bildiği bir sır vereyim mi? İlk seçimde gidiyorlar, göreceksiniz.” Tıpkı diğer CHP yöneticilerinin mesajları gibi… Benim bildiğim bir sır olmadığı için, son derece basit sorular beynimi kemirdi: Pekiyi ya gitmezlerse, hangi somut parametrelerle bunu iddia ediyorsunuz kuzum, ya yine Cumhur İttifakı kazanırsa, ya sizler yanılıyorsanız, ya her şeye rağmen iktidar aygıtı kendi seçmenini savaş ihtimalleriyle ya da sürdürülebilir öcüler yaratarak konsolide etmeyi başarırsa, ya muhalefetin etkin olarak kullandığı siyasetsizlik siyaseti büyük bir yanılgıdan ibaretse? Bizlere 18 yıldan beri yapılan bütün seçimler öncesinde “ilk seçimde gidiyorlar” denmişken, hangi şartlar değişti de ilk seçimde gideceklerine bu kadar emin olabiliyorsunuz? Madem bu kadar durum net, neden erken seçim talep etmiyorsunuz? Ve en önemlisi ya “gitmezlerse”, o zaman ne yapacağız, ne yapacaksınız? C-D-E’yi geçtim, en basitinden bir B planınız var mıdır?
Bu soruları uzatmak mümkün elbette. AKP-MHP iktidarının her hafta yepyeni yöntemlerle karşımıza çıktığı, bir ortamda hiç siyaset üretmeme üzerine kurulu bir siyaset anlayışı bugünden iflas etmiş durumda. Katılımcı demokrasinin, aktivizmin çok daha fazla dile getirildiği 2020 yılında bu pasifizmin başarı şansı her geçen gün azalıyor.
“Hangi şartlar değişti” sorusuna sıklıkla “yerel yönetimler değişti ya işte, sabredin genel seçimlerde de kaybedecekler” deniyor. Yerel seçim dinamiklerinin farklı olduğu, özellikle İstanbul’daki başarının 2014 yılında CHP adayı Mustafa Sarıgül’ün aldığı oya HDP+İYİP+SP eklenmesiyle aynı rakama ulaşıldığını söylemek polemik yapmak değildir, gerçekleri dile getirmektir. Aksine sırf yerel seçimlere dayanarak, boş umut dalgası yaymak, manipülatif bir oyun oysa ki.
Bu ülkede bir iktidar problemi yok ne yazık ki. Bu ülkenin ceberrut bir iktidar tarafından yönetildiği, bütün Gazete Duvar okurlarının malumu. Lakin yine bu ülkede tanımlanamayan cisim UFO misali, ne yaptığı anlaşılamayan, kronik bir muhalefetin varlığı ciddi bir problem olarak karşımızda. İktidara gelince ne yapacağını söyleyen, ancak iktidara nasıl geleceğini bir türlü ifade edemeyen, hangi teknik, taktik, yöntem, strateji, eylem planı ya da aktivizm ile bunu başaracağını bilmeyen bir muhalefet bizi adeta sosyal medya ortamına hapsediyor. Her an iktidara yanaşma eğilimi taşıyan İYİ Parti ve AKP’den türemiş partilerin oluşturduğu CHP dışı muhalefet, zaten son derece kaypak bir zemin üzerine oturuyor. Böyle bir ortamda, iktidarın her geçen gün daha da kriminalize ettiği HDP’nin önermiş olduğu demokrasi ittifakı, üzerinde iki dakika tartışılmadan rafa kaldırıldı: “Halkların Demokratik Partisi, Türkiye’nin bütün demokratik ve toplumsal muhalefet güçlerini bu gidişe son vermek üzere, halklarımızın aşağıdan yukarıya doğru ilmek ilmek örmekte oldukları demokrasi ittifakını, genişleyen bir toplumsal ve siyasal temel üzerinde yeniden kurmaya çağırıyoruz" basit önermesi yok hükmünde sayıldı.
Pandeminin de etkisiyle geriye bir tek Twitter muhalafeti kaldı. Somut hiçbir eylem planı içermeyen, HDP’ye karşı yapılan operasyonu sosyal medya üzerinden kınayan, HDP parti merkezine gitmeyi dahi büyük bir risk olarak gören bir muhalefet anlayışı, böyle devam ederse asıl kendisinin büyük bir risk ile karşı karşıya kalacağını ne zaman anlayacak?
Bütün siyasetini, içi boş bir umut pompalaması üzerine oturtan CHP, gelecek kaygısı taşıyan milyonlarca kişiyi de beklentiye sokuyor. Kahvehanelere temiz iskambil destesi öneren zihniyetin, en temel siyasal haklardan biri olan direnme hakkı konusunda ne düşündüğünü ne yazık ki bilemiyoruz. Zaten siyaseti sadece seçim dönemlerine indirgeyen yapıların kendi içinde nasıl bir iktidar oligarşisi yarattığını parti kurultaylarında gördük. Pekiyi 18 yılda tek bir konuda sonuç elde edememiş bir partinin yarattığı “umut”tan mı umutlanmalıyız, yoksa ayağı yere basan gerçekçi bir umutsuzluk ortamını kabul ederek, yepyeni bir siyasal zemin ve yeni başlangıç için mi mücadele etmeliyiz?
CHP’nin 18 yıldır süren bir iktidarı nasıl bir eylem pratiğiyle yıkacağı noktasında tweet atmak haricinde bir eylem planı var mıdır? Biliyoruz ki Adalet Yürüyüşü haricinde toplumsal bir örgütlenme modelini hayata geçiremedi. Oysa ilk başlarda ne güzel, “Gandhi Kemal” yakıştırması sıklıkla dile getiriliyordu değil mi? İlla bu minvalde hareket edilecekse sayısız örgütlenme pratiği bulmak mümkün aslında. Ancak burada gereken; doğru siyasi analiz, yaratıcılık, irade, örgütlenme ve bizde gereğinden fazla kültleştirilen liderlik kavramı... Sivil itaatsizliğin sembol isminin sonuç alıcı eylemlerini tarih kitaplarında kolayca bulmak mümkün. Gandhi dışında da, gerek dünyadan, gerekse Türkiye’den baskı rejimlerine karşı çok sayıda direnme ve itaatsizlik modellerini incelemelerini ve bu çerçevede aksiyon planları geliştirmelerini, kitleleri örgütlemelerini beklemek çok mu lüks gerçekten?
Misal Danimarka’da Nazi işgali döneminde Yahudilerin ayırt edilmesi için kıyafetlerine büyük yıldız işareti takılması istenirdi. Bunu kırmak için örgütlenen halk, sırtlarına sarı yıldızlarla sokaklara çıkınca bu uygulama başarısız olmuştu. Amerika’da siyahiler kendilerine ayrılan otobüslere binmeyi reddetmişler, beyazların kiliselerinde toplu dualar etmişlerdi. Elbette başlarında lider olarak Martin Luther King vardı. Vietnam Savaşı’nın sonlanması için yapılan barışçıl eylemler sonuç getirmişti. Hepimizin malumu 1968 başlı başına bir milattır. 1970’li yıllarda Avrupa’da anti-nükleer eylemlerini hatırlamakta yarar var. Aynı dönemde, sıklıkla Türkiye de dahil çok sayıda ülkede işgal eylemleri karşımıza çıkar. Oturma eylemleri, genel grev çağrıları, vicdani retçi olmak, elektrik-su faturalarını ödememek, askeri bölgeye ağaç dikmek, yasak alanda gösteri yapmak, ürün ve kurum boykotları, toplu viziteye çıkmak, korsan radyo yayınları, açlık ve ölüm oruçları, son 50 yılda direnme biçimleri olarak ortaya çıkar. Gezi’de karşımıza çıkan Duran Adam, “sürekli aydınlık için bir dakika karanlık eylemi”, tencere-tavalı eylemlerimiz de hafızalarımızda hala taze.
Barışçıl direnmenin teorik çerçevesi için de, sivil itaatsizlik kavramını ortaya atan Henri David Thoreau’ya bakmak, “ne ben kimsenin kanununa uyarım, ne de kimse benim kanunuma uysun” diyen Diderot’dan feyz almak gerekir. En azından Hannah Arendt’in sivil itaatsizlik tanımını okumuş olmak elzemdir: “Önemli sayıda bir vatandaş grubunun normal değişim kanallarının artık işlemediğine veya şikayetlerinin işitilmeyeceğine inandıklarında ya da aksine yasallığı ve anayasallığı ciddi şüphelere açık bir hükümetin eylemlerine karşı uygulamaya koydukları bir eylem.” Tam da Adalet Yürüyüşü’nün tanımını yapar aslında Arendt. Ancak herkesi mobilize eden o yürüyüş, tek atımlık kaldığı ve seçim gecesi sandıklara sahip çıkılamadığı için, CHP ağzıyla kuş tutsa kimse artık o “umudu” satın almıyor.
Son 6 ayda hatta son 6 günde yaşadıklarımıza istinaden, şunu sormak hakkımızdır: 2023’e kadar erken seçim dahi talep etmeyen, “oyuna gelmeyeceğiz” diye itaatsizlik yerine pasifizmi şiar edinmiş bir parti, 3 yıl sonra üzerinde mücadele edecek bir siyaset platformu ya da ülke bulabilecek mi? 2002’den beri “ilk seçimde gidiyorlar” diyenlerin öncelikle sorması gereken soru budur.