İlk ve Son: Deleuze ve hakikatin üretimi

Deniz ile Barış’ın hakikatlerini ortak olan haline getirdiğine tanık değiliz dizide. Çünkü, birbirlerine sınırsızca hata yapma hakkını tanımadılar. İlişkileri hep mücadele üzerinden ilerledi.

Abone ol

Emre Özcan*

BluTV’nin yeni yapımlarından, şu ana kadar dört bölümüyle izleyiciyle buluşan İlk ve Son dizisi, gerek oyunculuklarıyla gerekse günümüzün partner ilişkilerini başarıyla yansıtmasıyla övgüyü fazlasıyla hak ediyor. Partnerler, ilişkilerindeki mutlulukların, hüzünlerin, umutların, hayal kırıklıklarının, bir anlamda inişli-çıkışlı hallerin genellikle kendi ilişkilerine özgün olduğunu zannederler. Bu dizi, bunun aslında hiç de biricik bir şey olmadığını ortaya koyuyor.

Senaryosunu Hakan Bonomo’nun yazdığı, Can Karcı’nın yönettiği dizinin başrollerini paylaşan Özge Özpirinççi ve Salih Bademci, mükemmel bir performans sergiliyor. Çiftin, 20’li yaşlarında tanışıp evliliğe ve çocuk sahibi olmalarına kadar uzanan 2011-2021 arasındaki on yıllık yolculukları, Haydar Ali Albayrak’ın belirttiği gibi orta sınıf romantik öykülere sessiz sedasız bir başkaldırı niteliği taşıyor. Bu başkaldırının sebebi, dizinin saf/mutlak bir romantizm sunmuyor oluşu. Tıpkı Zizek’in "Parazit" filmi için dillendirdiği, “yoksulların şiddet kullanma biçiminin açıkça sergilenmesine” tanık olduğumuz gerçeğine benzer bir tablo bu dizi için de geçerli.(1) Her ne kadar küçük burjuva alışkanlıklarına sahip olsalar da önemli bir yaşam mücadelesi verdiklerini görmezden gelemeyeceğimiz çiftin ilişkileri de şiddet yüklü. Bu şiddet, agresif, geleneksel aile yapısını ve alışkanlıklarını reddetmiş, her ortamda düşündüğünü söylemekten geri durmayan, bireysel alanını her daim savunan, arzularını güçlü bir şekilde haykıran Deniz için geçerli olduğu kadar çekingen, ürkek ve aşkı karşısında kendisini “ezilmiş” hisseden Barış için de geçerli. Hatta ilişkilerindeki ritmi belirleyen önemli bir unsur olarak açığa çıkan cinsellik de bu şiddetten payını alıyor. Dördüncü bölümde gördüğümüz bir seks sahnesi, Deniz’in Barış’tan intikam alma biçimine dönüşüyor. Deniz, bu sahnede “bedenimizin bu dünyada, ama ruhumuzun gökyüzünde olduğu” seks şekli olarak tarif ettiği “uçan seks”i terse çevirerek Barış’ın yüzüne çarpıyor. Bu, dizi boyunca izleyiciye hissettirilen “ilişki nereden nereye geldi” mesajının bir başka örneği.

Evet, ilişkinin nereden nereye geldiği birçok partner ilişkisi için geçerli olabilecek acı bir gerçek. Diziyi harika çözümlediğini düşündüğüm Özge Özpirinççi de bunu bir röportajında açıkça dile getiriyor. Kendi ilişkisinin Deniz ve Barış’ın ilişkisine dönüşmesinden çekindiğinin altını çizen oyuncu, çiftin ilişkileri boyunca yaralarını iyileştirmeyi tercih etmemesi sebebiyle ilişkinin bitme noktasına geldiğini vurguluyor.(2) Gerçekten de Deniz ve Barış, on yıl boyunca hiçbir zaman yaralarını sarmaya yönelmiyor. Peki neden böylesi bir yöntemle karşılaşmıyoruz?

Fransız post-yapısalcılığının önemli isimlerinden Deleuze’ün felsefe tarihine, Spinoza ve Nietzsche’yi de dahil edersek “hakikat” odağında önemli bir müdahalede bulunduğunu söyleyebiliriz. Egemen Batı felsefesinde hakikati isteyen temsil filozofları, hep hatanın gücünü değersizleştirmeye çalışmış, onu düşüncenin “kazası”/“sapması” olarak kurmuş ve doğru dünya fikrinde bu dünyayı görünüm olarak ele alan bir istençten hareket etmişti. Hakikati bir uygunluğa değil, aksine bir uyumsuzluğa yaslayan Deleuze ise İlke Karadağ’ın belirttiği gibi, “onu, düşünsel etkinlikten bağımsız olarak varolan nesnel bir gerçekliğe, bu gerçekliğin keşfine, keşfin uygunluğuna, ‘doğruluğuna’ bağlı olmaktan çıkarıp yaratılması gereken bir şeye dönüştürür; hem de her büyük filozof tarafından ‘yeni’ ve ‘sıra dışı’ biçimlerde.”(3) Dolayısıyla Deleuze, hakikati hem aşkın bir sahada keşfe bağlayan hem de aşkınsal öznenin icadı olarak ele alan yaklaşımlardan onu üretime eşitleyerek ayrılmaktadır.

. Hakikat üretimi düşüncenin gerçek pratiği haline gelmektedir. Bu, aynı zamanda düşüncenin iyi ve ahlaki bir tabiatı olduğunun reddedilmesiyle ve bu bağlamda düşünür ile hakikat arasında kurulan yapay bir dostluk bağının yıkımıyla ilişkilidir. Düşünürün doğruyu arzuladığı asla varsayılmaz ve düşünmenin iyi niyetliliği kabul edilmez. Bu yüzden de Deleuze açısından artık philo-sophia’dan (bilgelik sevgisi olarak felsefe) değil, miso-sophia’den (bilgelik nefreti olarak felsefe) söz edilir. Böylece düşüncede öncelikli olan ihlal ve şiddettir; önvarsayılan hiçbir şeye yer olmaz ve her şey miso-sophia’den itibaren ele alınır.(4) Dolayısıyla düşünce kendisini iyi niyetli bir cogito’nun istenciyle değil, şiddetiyle duyurmaktadır. Düşünmenin zorlama ve şiddetle düşüncede doğması onun özsel karakteridir. Düşünceye egemen olan kuvvetlere dayalı belirli bir zorlama olmadığında düşünce, kendi İmgesiyle dolup taşar ve tanı(n)ma ilişkisine hapsolur. Zira düşünce ne doğuştandır ne de edinilmiştir, düşüncenin en yüksek biçimi ne tefekkürde ne de yasa koymada gizlidir. Düşünce, bilme yoluyla değil, Heideggerci anlamda “henüz düşünmediğimiz” gerçeğiyle ortaya çıkar ve böylece düşündüğü şeyi temsil edecek bir pozisyondan uzaklaşır. Son kertede Deleuze açısından düşünen dahil olmak üzere kimseye zararı olmayan bir düşüncenin hiçbir anlamı yoktur.

Bunlardan hareketle Deleuze’de düşüncenin miso-sophia’ya, hakikatinse üretime bağlanması “ortak olan”ın inşasına dayanır. Başka bir ifadeyle, esas mesele hakikatlerin üretime yaslandırılıp ortak olan haline getirilmesidir. Diziye döndüğümüzde Deniz ve Barış’ın bunu başarıp başaramadıklarını sorgulamak gerekir. Çiftin ilk yılları oldukça tutkulu, eğlenceli bir akışla ilerlerken birbirlerine dair hakikatlerinin de güçlü olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bunlar iki ayrı hakikattir. Gerçi bu hakikatlerini Deniz de Barış da ilişkilerinin son anlarına kadar korumayı sürdürürler. Birbirilerinin ardından döktükleri gözyaşları, Deniz’in güçlü durma kaygısına rağmen hiçbir zaman dinmez. Ayrılık ise artık bir çaresizliğin, tükenişin neticesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Yoksa hakikatin ölümü olarak değil. O yüzden buna bir “son” denilip denilemeyeceği şüphelidir. Büyük ihtimalle ilişkileri bittikten sonra dahi çiftin birbirlerine ilişkin hakikatleri ayakta kalmaya devam edecektir. Ancak yine iki ayrı hakikat olarak. Altını çizmek gerekir ki, yeni bir dünyanın kurulması, ancak önceki hakikatin ölümüyle mümkündür.

O yüzden Özge Özpirinççi’nin sorguladığı yaraların sarılamaması meselesi, çiftin aslında hiçbir zaman birlikte olamadıkları gerçeğini görememekle alakalıdır. İçimden oyuncuya, “siz hiç birlikte olmadınız ki” demek geçiyor. Deniz ile Barış’ın hakikatlerini ortak olan haline getirdiğine hiçbir zaman tanık değiliz dizide. Çünkü, hiçbir zaman birbirlerine sınırsızca hata yapma hakkını tanımadılar. İlişkileri hep bir mücadele ve güç birikimi üzerinden ilerledi. Neticesinde de hakikatleri hep iki ayrı hakikat olarak kaldı ve ayrıldıktan sonra da bu şekilde kalacak görünmekte. Dolayısıyla mesele yaraları sarmak değil, iki ayrı var olan hakikati ortak olan haline getirmektir. Deniz de Barış da hakikatlerini ortak olan şeklinde kılmak için ikinci bir şansı hak ediyordu.

Deniz ve Barış’a seslenseydim, Pakize Barışta’nın yazdığı, Tarkan’ın seslendirdiği şu dizeleri haykırmak isterdim:

“Aşk incelik ister canım, hoyrat olma
Beni böyle sev, değiştirme, boş ver anlama
Bir güç savaşı değil bu, kendi haline bırak
Galibi yoktur ki hiç, aşk bu unutma…”

*Başkent Üniversitesi, Sosyolog

Dipnotlar

  1. Bkz. https://akilfikir.net/slavoj-zizek-parazit-filmini-muhtesem-yapan-sey-yoksullari-acimasiz-insanlar-olarak-tasvir-etmesidir/
  2. Bkz. https://www.hurriyet.com.tr/kelebek/magazin/ozge-ozpirincci-umut-olmasaydi-su-an-karnimda-bes-bucuk-aylik-bir-bebek-tasiyamazdim-41878682
  3. Bkz. Karadağ, İlke, “Yaratıcılık ve Öznellik.” Göçebe Düşünmek içinde, Metis, İstanbul, 2014, s. 50.
  4. Bkz. Deleuze, Gilles, Fark ve Tekrar, çev. Burcu Yalım & Emre Koyuncu, Norgunk, İstanbul, 2017, s. 191.