‘İlla solcu olmam mı lazım, neden muhafazakâr milliyetçiler hak mücadelesine girmesin?’

Cemal Bilgin kendisini “Milliyetçi muhafazakâr” olarak tanımlıyor fakat en iyi arkadaşlarının solcular olduğunu söylüyor. Bilgin, 2016’da çalıştığı Çapa Hastanesi’nden çıkartılma sebebinin hastanede yaşanan besin zehirlenmesinden sonra olduğunu ifade ediyor. Taşeron firma tarafından kapatılmaya çalışılan meselenin ilgili belgelerini ortaya çıkaran Bilgin’e bu olay sonrasında bir çok soruşturma açılmış. Hâlâ da işe iadesi için mücadele ediyor.

Abone ol

DUVAR - Cemal Bilgin, mobilya, dekorasyon mezunu. Kendisini “milliyetçi muhafazakâr” olarak tanımlayan Bilgin, 1998- 2000 yılları arasında 20’li yaşlarındayken Çapa Hastanesi’nde hasta bakıcı olarak çalışmış.

2000- 2004 yılları arasında ise bir süreliğine Hollanda’ya gitmiş. Bu yılların kendisi için dönüm noktası olduğunu söylüyor. Hatta konuşmasının burasında duygulanıyor. Küçük bir es veriyoruz. Devam ediyor: “Çiftçilerin, işçilerin hak arama mücadelesini orada gördüm. Şöyle bir anım var. İnşaatta çalıştığımız yerde bir demir kütlesi vardı. Normalde 3 kişi anca zor kaldırıyor. Yağmurlu bir gündü. Üç Türk işçi kaldırmaya çalıştık. Hollandalı şef koşarak geldi yanımıza, ‘Siz ne yapıyorsunuz!’ diye. ‘Firmayı batıracaksınız, beni işten kovduracaksınız’ dedi. Vinç geldi, demir kütlesini kaldırdılar. Orada jeton düşmeye başladı.”

Bilgin, “İşçi mücadelesini hep solcular, devrimciler veriyormuş gibi bir algı var” diyor. Biraz da bu algıya itirazla hak mücadelesine dahil olduğunu belirtiyor. Kendisiyle tanıştığımızda bana “Benim için hobi gibi bir şey işçi davalarına gitmek” demişti. Gülmüştük ama hikayesi öyle geçilecek gibi değil.

Hollanda sonrası Çapa Hastanesi’ndeki işine geri dönmüş Bilgin. Ta ki Eylül 2016’da Çapa Hastanesi’nde yaşanan, 40’a yakın işçinin yaşadığı bir besin zehirlenmesine kadar.

Bilgin’le hak mücadelelerini, iş davalarında yaşanılanları ve kendi hikâyesini konuştuk.

Sohbetin başında, ‘Hollanda dönüm noktam’ oldu dediniz. Ne oldu?

2004’ün sonunda Hollanda’dan memlekete dönüş yaptım. Hollanda’da kapitalist sömürü düzeni vardı. Türkiye’ye benziyordu. Orada vasıflı olmak gerekiyordu. Kaçak çalıştım, hiç bir hakkım yoktu. Buradan farkı, her şey rayında ilerlediği için çok fazla işçiye yansımıyor. Gizli bir sömürü düzeni var. Yine de işçinin, köylünün, çiftçinin mücadelesini orada gördüm. Şöyle bir anım var. İnşaatta çalıştığımız yerde bir demir kütlesi vardı. Normalde 3 kişi anca zor kaldırıyor. Yağmurlu bir gündü. Üç Türk işçi kaldırmaya çalıştık. Hollandalı şef koşarak geldi yanımıza, ‘Siz ne yapıyorsunuz!’ diye. ‘Firmayı batıracaksınız, beni işten kovduracaksınız’ dedi. Vinç geldi, o demir kütlesini kaldırdılar. Orada jeton düşmeye başladı.

Hollanda’dan döndükten sonra ne yaptınız?

2005’te askere gittim. 2006’nın sonlarına doğru hastanedeki görevime yeniden başladım.Hocalarla irtibatımı koparmamıştım, her ay iki üç kere telefonlaşırdık. Dönünce, Çapa Hastanesi Genel Dahiliye servisinde yeniden hasta bakıcı olarak çalışmaya başladım. Burada sendika yok mu diye arkadaşlarıma sordum. Çapa Hastanesi’nin önünde sürekli SES (Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası) eylem yapıyordu. Arkadaşlarla tanıştım. Neden taşeron işçilerinin hakkını aramıyorsunuz diye sordum. “Biz memur sendikasıyız” dediler. E, bizim hakkımızı kim arayacak dedim. “Siz de sendikalaşın” dediler.

Sonra sendikalaşıldı mı?

Hemen değil. Mesailerimiz verilmiyordu. Düşünebiliyor musunuz, biz kendi çalıştığımız hastanede muayene olamıyorduk. Çok zoruma gidiyordu, annemizi babamızı muayene ettiremiyorduk. Devlet memurlarına, bir de BAĞ-KUR’lulara bakıyordu o zamanlar. O zaman bir dernek kuralım dedi arkadaşlar. 2009’un sonunda Çapa Taşeron İşçileri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği kuruldu. Sonradan içlerine dahil oldum.

Örgütlenmenin yollarını ararken, niçin sonradan dahil oldunuz?

Muhafazakâr milliyetçi olduğum için o zamanlar biraz tereddüt ediyordum. Bunlar kimdir, necidir diye? Baktım arkadaşlar iyi niyetli, mücadele ediyorlar. Ben de katılayım dedim. Güneş Cengiz birinci başkandı. Ben ikinci başkanı oldum. Derken mücadele başladı. 7 ayda 500 üye yaptık. Sayımız binlere ulaştı.

ÜYE OLUP BIRAKMADIK, DÜĞÜNÜNE GİTTİK, SOKAĞINA GİTTİK

Nasıl ulaşıldı bu sayıya?

İlişkilerle… Memlekete yeni dönmüşüm, yeni arkadaşlar var tabi.. Kimseyi tanımıyorum. Herkese selam veriyordum. Şaşırıyorlardı. “Bu Cemal günde on kere bize niye selam veriyor” diye. Madem örgütleneceğiz, insanların sana güvenmesi lazım. Çalışanların çoğu sağ muhafazakâr insanlar. Hâlâ da öyle. Orada bir itimat meselesi var. İşçi mücadelesini hep solcular, devrimciler veriyormuş gibi bir algı var. Biraz da yola böyle çıktım. Dernek kurulunca aynı çatı altında temizlik işçileri, hasta bakıcılar, hemşireler, teknisyenler, laborantlar, güvenlik, radyoloji teknikerleri birleşti. Hepsi taşeron firmalarda çalışıyorlardı. 1500’e yakın üye yaptık. Çalışma Bakanlığı bizi aradı. ‘Nasıl bu üye sayısına ulaştınız’ diye. Sadece üye olup, bırakmadık. Cenazesine gittik, düğününe gittik, sokağına, bakkalına gittik. Muhteşem bir şey oldu. Aile gibi olduk. Bir evin farklı odaları gibi olduk.

İşçi mücadelesini solcular yürütüyor gibi bir algı var dediniz. Sorun yaşadığınız oluyor mu?

Tam tersi. En iyi arkadaşlarım onlar. Hak mücadelesinde, hakkını kazandığın zaman en güzeli. Tadından yenmiyor. Alışkanlık yapıyor. Kazandıkça arkadaşlık pekişiyor. İdeoloji dışarıda kalıyor, içeride verdiğin mücadele harç görevi görüyor. Daha sağlamlaşıyor. Üzüldüğüm nokta, bugün solcular, açıktan ‘ben devrimciyim, solcuyum’ demiyorlar. Karşında kim olursa olsun -ister sağcı, ister solcu, ister dinsiz- kendinizi tanıtmanız gerekiyor. Kendini tanıtmadan örgütlenmede başarı elde edemezsiniz. CHP’nin bazen sevilmek için sağcı kişileri öne sürmesi gibi… Bugün sendikalarda öyle. İlla solcu olmam mı lazım, neden muhafazakâr milliyetçiler hak mücadelesine girmesin?

SERMAYENİN İSTEDİĞİ BİRİ SOLCU OLSUN, BİRİ SAĞCI

Nasıl olmalı sizce?

Ben Yozgatlıyım. “Sizin Yozgatlılar yobaz oluyor, gerici oluyor” diyorlar. Bizimkiler de size vatan haini diyor, diyorum. Aramızdaki köprü, emek ve alınteri olduğu zaman aramızda ayrışma olmaz. Bunu söyleyince buzlar eriyor. Sermayenin istediği bu. Birisi sağcı olsun, birisi solcu. İşçi direnişlerini görüyoruz. 2 ay çok güzel direniliyor, güzel dostluklar kuruluyor ama o direniş sonlandırılırken herkes çil yavrusu gibi dağılıyor. İşçiler ayrıştığı için sonunda kendisine sahip çıkılmayacağından korkuyor. Sağcısı, solcusu, Kürdü, Lazı o direnişte yer alıyor ama sonunda arkamda kim kalacak acaba diye düşünüyor.

TAŞERON FİRMA İÇİN SAHTE RAPOR DÜZENLENDİ

Gelelim, Çapa Hastanesi’nden atılmanıza. Niye atıldınız?

Hasta bakıcı olarak çalıştığım kurumda İşçi Sağlığı ve Güvenliği temsilcisiydim. Arkadaşlarım beni seçmişti. Belgem de vardı. Çapa Hastanesinde çok fazla yaralanma ve kazalar meydana geliyordu. İki işçi arkadaşımız öldü. İşçi arkadaşın başına bir şey geldiğinde tutanak tutar, raporlardık. Eylül 2016’da şöyle bir şey oldu. Taşeron firmanın ürettiği yemeklerden dolayı bir besin zehirlenmesi meydana geldi. İŞİG (İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi) temsilcisi olduğum için arkadaşlarımı ziyarete gittim. Bir baktım sayı çoğalıyor. Tetkikler verilmiş, sonuçlar bekleniyor. Acil dahiliyedeki hocalarla görüştüm. “Cemal, burada bir besin zehirlenmesi var ama taşeron firma bunu kapatmak istiyor” denildi. Ben de boş durmadım. Sonuçları bekledim. Bir baktım hakikaten temiz. Arkadaşlara da klima çarpması denilmiş. Çıkan raporu aldım. Mikrobiyolojideki bir hocaya danıştım. Hoca, sen bu sonucu nereden aldın dedi. İşçi arkadaşlardan dedim. Odasına çağırdı beni. Sahte rapor düzenlenmiş. “Salmonella Enteritidis” bakterisi üremiş gözüküyor… (Cemal bey, bakterinin adını aynı bu adla, Latince söyledi. Bu kısmı rapordan yazarak aldım. )

Arkadaşlara verilen de yazmıyor. Hak sağlığına gittim. Evrakları topladım. Taşeron firmaya ve hastane yönetimine sundum. Bunun araştırılmasını talep ediyoruz diye. Taşeron firma temsilcisi, “İş çıkışın yaklaştı senin” dedi. Yemekhaneden sorumlu müdür yardımcısı “Seni fakülte sekreterine şikayet edeceğim” dedi. Ne olursa olsun vazgeçmeyeceğimi söyledim. Bir hafta sonra işten çıkarıldım.

‘ŞİKAYETÇİ OLMAZSANIZ, KADROYA GEÇEMEZSİNİZ DENİLDİ’

Sonra ne oldu?

En az on kez karakola ifade verdim. Hakkımda kurum itibarını zedelemekten, iftira atmaktan davalar açıldı. Davaların hepsini kazandım. 2 hafta sonra hastanenin önünde eylem yapmaya karar verdik. Güvenlikçi arkadaşlar bize saldırdılar. Hepsi arkadaşımdı. Aynı bardaktan su içtiğim insanlardı. Yine aynı güvenlikçi arkadaşlarım bana dava açtı. Onlara hakaret etmişim, küfür etmişim. Saçlarının kılına zarar gelmesini istemediğim işçi arkadaşlardı. Çok üzüldüm. Günlerce uyuyamadım. Maalesef sermaye işçiyi işçiye kırdırıyor. Bizzat bunu yaşadım. Sonrasında işçi arkadaşlarım benden helallik istediler. “Şikayetçi olmazsanız kadroya geçemezsiniz” demişler arkadaşlara. Bunu nasıl kabul ettiniz dedim. Bu davaları kaybedersem belki 5 yıl yatacağım. “Kurum yöneticileri istedi, biz istemedik Cemal” dediler.

Ben milliyetçi, muhafazakâr bir aileden geliyorum. İstanbul Üniversitesi yönetimi benim hakkımda terörden dava açtı. İfademi savcı alamadı. Elimde besin zehirlenmesinin belgeleri var. Sahte evraklar var. Vatan Caddesi Emniyet Amirliği’ne gittim. Madem teröristim dedim, benim ifademi alın. Almadılar. Başımızı belaya sokacaksın diye. Araştırmalarını istedim. Benim de iddialarım var dedim.

‘TAŞERON FİRMANIN AÇTIĞI DAVAYI KAZANDIM’

İlk tanıştığımızda, “Hobi oldu. İşçi davalarını izliyorum” demiştiniz.

Cemal bey belgelerini hep yanında taşıyor...

Evet. Hukuk kitapları okumaya başladım. İşçi davalarına gitmeye başladım. Size söylemiştim, hatırlıyorum. Hobi gibi bir şey oldu. Ağır Ceza Mahkemelerine, Asliye Hukuk Ceza Mahkemelerine gittim. Nasıl konuşacağımızı, nasıl oturacağımızı öğrenmemiz gerekiyor. Yoksa öbür türlü hakim karar veriyor. Sana kıdem tazminatı vermiyor, tazminatı vermiyor. Arkadaş niye vermiyorsun? Belgeleri tastamam hazırlamamız gerekiyor. İşten atıldık ama biz de dersimize iyi çalışmamız gerekiyor. Çoğu arkadaşımız kıdem tazminatı almadan işten atıldı. Hakkının olduğunu bile bilmiyor. Hakime diyorum ki, benim iddialarım var, araştırın. Beraat veriyor. Çünkü biliyor gerisini getiremeyeceğini. Taşeron firmanın açtığı davayı kazandım. fakülte sekreterinin açtığı davayı kazandım. İşe iadede alt mahkemeyi kazandım. İstinafı kazandım. Yargıtaya gitti. Yargıtay, eksik dosya var, usül hatası var diye istinafa geri gönderdi. Düşünebiliyor musunuz? 7-8 aydır ben Yargıtay’da onanacak diye bekliyorum. Elimde bu belgeler olmasaydı ben bütün davaları kaybederdim ama ben dersimi çalıştım.

‘HAK MÜCADELESİ VEREN İŞÇİYİ KORUYACAK BİR KURUM YOK’

Bu önümüzde serili belgeler hep çantanızda mı?

Hep çantamda taşıyorum çünkü başıma ne geleceğini bilmiyorum. GBT’ye uğruyorum. Bir yerde karşıma muhakkak polis, emniyet çıkıyor. Sürekli işçi direnişlerine gidiyorum, o yüzden sürekli çantamda taşıyorum. Onlar benim nüfus cüzdanım gibi oldu. Hak mücadelesi veren işçiyi şu an koruyacak hiç bir kurum yok. Sahipsiziz yani. DİSK’e bağlı Genel-İş Sendikası var. Bu olay başıma geldiğinde ben onun üyesiydim. Sendikanın bürosuna gittim. Şube başkanı vardı. İşten çıkartılma gerekçemi anlattım. Dava açarsan ben patronu korurum, seni değil dedi.

Niye böyle bir şey dedi?

Örgütlü olduğum için… Sendika başkanı kendi koltuğundan korktu. Hastane yönetimine küfür etmişim. Diyelim ki ettim, kişisel küfürler etmedim ki… Bizim hiçbir hakkımızı vermiyor, görev tanımı dışında işler yaptırıyor, mesailerimizi vermiyor. Temizlik işçisine kanalizasyon temizliği yaptırıyor. Zafer niye öldü? Evlerine birlikte gitmiştik.

Cam temizliği yapan arkadaş için hiç bir koruyucu önlem almıyor. Hasta bakıcısıyız biz, dikiş atıyoruz. Pansuman yapıyoruz, hemşirenin yapacağı işleri yapıyoruz. Kayıt elemanları reçete yazıyor. Düşünebilir musunuz?

Hâlâ böyle mi?

Şu an radyolojide film ilaçlarını yazan kayıt elemanı. Doktorun yazması gerekiyor. Hâlâ hasta bakıcıları dikişi atıyor. Ameliyat sonrası dikişleri, yaraları temizliyor.

‘KADIN İŞÇİLER HER ŞEYİ GÖZE ALARAK DİRENİŞE GELİYOR’

Şimdi ne yapıyorsunuz?

Bir yıl işsiz gezdim. Şimdi Sosyal-İş Sendikası’nda (Türkiye Sosyal Sigortalar, Eğitim, Büro, Ticaret, Kooperatif ve Güzel Sanatlar İşçileri Sendikası) örgütlenme uzmanlığı yapıyorum ama bu işin şöyle güzel yanı var: Örgütlenme sayesinde Diyarbakır’da da arkadaşım var, Siirt’te de, Karadeniz’de de, Trakya’da da… “İşçinin Kendi Partisi”ni kurduk. Yargıtay’da. Onay verilmesini bekliyoruz.*

Yeni kurulan partinin logosu...

Ne zaman?

Kongreyi geçen ay Ankara’da yaptık. 50 kişi falanız. Amblemini yaptık. Trakya’dan Adapazarı’ndan Bursa’dan arkadaşlar var. Sadece Ankara’da İstanbul’da mücadele yok. Antep’te de var, Ordu’da da var, Yozgat’ta da… Her yerde var ama Siirt’teki arkadaş ne yapabilir tek başına. Siyaset onun önüne geçiyor. Baskıya, mobbinge hatta tehditlere maruz kalıyor işçiler. Kadın işçiler özellikle… Kadın işçiler her şeyi göze alarak direnişe geliyor. Yeri geliyor, eşini çoluk çocuğunu karşısına alıyor. O kadınlara herkesten çok destek olmak gerekiyor.

‘MEVCUT PARTİLER EMEK HAREKETİNE MESAFELİ’

Partiyi niçin kurdunuz?

Mevcut partiler tam anlamıyla emeği ve alınterini temsil etmiyor. Uzak duruyorlar. Madem temsil edemiyorlar. Biz de kendi siyasetimizi oluşturalım dedik. Yıllarca mecliste bir işçi komisyonu kuralım dedik. Dilimizde tüy bitti. MHP’ye gidiyoruz bizi dışlıyor. CHP’ye gidiyoruz o da öyle, çalıştay yapıyor ama işe yaramıyor. HDP deseniz, onlar başka meselelerle uğraşıyorlar. Emek meselesine uzaklar. Mecliste olmamız gerekiyor dedik. Diğer partiler gibi büyük hedeflerimiz yok. Mecliste bir çok partiye gittik. İktidar partisi bizle hiç muhatap olmadı. Bir kere oldu, o zaman da kargaşa çıktı. Tam taşeron sistemin tavan yaptığı zamanlardı.

Ne oldu?

90’a yakın işçi gittik. AKP danışmanları, müsteşarları geldi. “Siz halinize şükredin, iş bulmuşsunuz” denildi. Taşeron firmaymış, kadroymuş sizin neyinize denildi. Karşı çıkınca çıldırdılar. AKP’ye oy vermiş işçiler de bunu görmüş oldu. Çok ilginç bir şey oldu orada. Çalışma Bakanlığı bizi Çalışma Meclisi’ne davet etti. Ahmet Davutoğlu başbakandı. Müsteşarlar bana önde oturma dedi. Davutoğlu’nun sözünü kestim. Taşeron işçilerin kadrosunu vermiyorsunuz dedim. Biz böyle başbakan istemiyoruz dedim. Yıllardır iktidarsınız, emeği görmezden geliyorsunuz dedim. Birçok sendika oradaydı. Beni dışarıya çıkarmaya çalıştılar. Davutoğlu, bırakın dedi. Hepinize kadro vereceğiz dedi. Verilmedi tabii…

İktidar partisiyle böyle geçti. Başka ilginç buluşmalar yaşandı mı?

Demirtaş’la yüzde 10 barajını konuşmuştuk. İşçiyi kucaklayın demiştim. Arkadaşlar arasında HDP’ye gitmeyiz diyen olmuştu. Gittik. Demirtaş gayet de güzel konuştu. Önyargılılardı. Konuştuktan sonra şaşırdılar. Figen Yüksekdağ’la da konuştuk. Bizim aykırı, öcü gördüğümüz partiye bak dediler. Demek ki, gördüğümüz gerçekler gerçek değil bizim. Önümüzdeki perdeyi atmamız gerekiyor. Diyarbakır’daki işçi arkadaşımız da sömürülüyor, Trakya’daki işçi arkadaşımız da. Bugün ne idüğü belirsiz taşeron sistemine karşı hep birlikte mücadele veriyoruz.

‘HASTA BAKICILIK BENİM ORGANIM GİBİ’

İşe iade davanızı kazanırsanız dönecek misiniz?

Benim mesleğim hasta bakıcılık. Siyaset de yapsam sendikaya da girsem işim hasta bakıcılık. Seviyorum mesleğimi. Benim bir organım yani. Doktor hastaya mezhebini, dinini, inancını sormaz. Hasta bakıcı da öyle. Ben hastayı giydiririm, yemeğini yediririm, çarşafını değiştiririm. Hastanın Ermeni, Kürt, Türk olması, Alevi olması beni ilgilendirmez. Bizim siyasette eksik olan şey biraz bu. Hasta bakıcılık yaparken de istediğim siyaseti yapıyorum. Kurum sen davayı kazansan bile mahkeme kararını uygulamayacağız diyor. “Kıdemini vereceğiz, seni işe almayacağız” diyor. İşime devam edeceğim, mücadeleye devam edeceğim. Hak mücadelesine bilinçli girdim, başıma ne gelirse gelsin.

* İşçinin Kendi Partisi (İKEP), röportajı yaparken Yargıtay’dan yanıt bekliyordu. Röportaj yayınlanmadan iki gün önce, Cemal bey, partinin resmi olarak kurulduğu haberini verdi.