Başka hiçbir neden olmasa bile sırf İçişleri, Adalet ve
Ulaştırma Bakanlarının, seçim öncesi değişmesi usulü açısından eski
sistemi özler haldeyiz. İktidar, yetkilileri ve partizanlarıyla
yaydığı söylem sayesinde bu ülkenin muhalif ruhlarını, 12 Eylül
Anayasası'nı arar hale getirdi ya ne kadar övünseler az! Anayasal
kurumlardan birisi olan Yüksek Seçim Kurulu, 1961 Anayasası'yla
tesis edilmiş ve ülkede demokratikleşme açısından son derece önemli
olan seçim güvenliğinin banisi kılınmıştı. Gerçi üzerinde çok
oynandı ama yine de seçim işlerinde hukukun üstünlüğü anlayışının
garantörü ve uygulayıcısıydı.
82 Anayasası'yla üç bakanın değişmesi usulü getirilerek
desteklenmişti, seçimlerde hukukun üstünlüğü ilkesi. Partizanca
çıkar oyunlarını, görünüşte de kalsa kampanya sürecinde iktidar
adaylarının söylemine kamu otoritesi misyonu biçilmesini
engelliyordu. Bir nebze de olsa hükümet etme gücüyle seçime giren
partilerin, sandık seçim sonucunu etkileyecek girişimlerini
baskılamak yönünde katkı sağlıyordu. Bir parça adeta bi gıdım adil
rekabete dayalı seçim yarışı görüntüsüne bile hasretiz artık yeni
sistem nedeniyle. Evet, Yüksek Seçim Kurulu yine var. Fakat
bağımsızlığına dair halkta güven yok. Görev süresi uzatıldığı için,
üyeleri yenilenmediği için artık hukuk yerine siyasi hesapların
üstünlüğünü temsil eder hale geldi. Ancak görüyoruz ki kurulun bu
haliyle bile mutmain olamıyor iktidar, nedense...
Süleyman Soylu, Yüksek Seçim Kurulu'nun tüzel kişiliğinde
billurlaşan seçim işlerinde hukukun üstünlüğü anlayışı yerine
İçişleri Bakanlığı'nın üstünlüğünü ikame eder gibi. Haklarında
yargı kararı bulunmayan adayların, terör örgütüyle iltisaklı,
irtibatlı olduğuna dair istihbarat raporlarından dem vurarak,
seçimi kazansalar bile görevden alınacaklarını ilanla yapıyor bunu.
"Soruyorlar: O zaman Yüksek Seçim Kurulu niçin buna izin verdi? Sen
bak bakalım ben İçişleri Bakanıyım. Bu PKK'lılar seçilirse göreve
başlayabilirler mi başlayamazlar mı siz bana sorun. Terör örgütüyle
iltisaklı, terör örgütüyle irtibatlı hiç kimseye bu ülkede bu
payeyi verdirmeyiz. Bu kadar açık ve nettir."
Yalancı şahitlik fiilini suç olmaktan çıkarıp yargı sistemine
entegre eden gizli tanık uygulamasıyla mahkeme kararı çıkartma
zahmetine bile girilmeden, yargı by-pass edilerek, istihbarat
raporlarına dayanılıyor. Hukukun değil istihbaratın, emniyetin,
İçişleri Bakanlığı'nın üstünlüğü esas bu sistemde. Karanlık
90’larda hukuken suç vasfını taşımayan veya delillerle ispat
edilemeyen fiilleri nedeniyle pek çok kişinin JİTEM
operasyonlarıyla ve Hizbullah terör örgütü eliyle katledilmesini
hatırlattı bu söylem. Hukuk tarihçisi Ahmet Mumcu tarafından
kavramsallaştırılan “siyaseten katl” geleneği, son yıllarda medeni
ölüm şeklinde uygulanıyor. 31 Mart yerel seçimlerine günler kala
medeni ölüm mahkumiyeti, “ön-karar” ile ilan edildi. Seçilseler
bile siyasal haklarından yoksun kılınacaklarının ilanı açıkça
seçmen davranışını şekillendirme operasyonu. Sandık güvenliğine
filan hacet kalmadan, doğrudan seçmenin oy verme kararına müdahale
yöntemi. Ha, bu yeni bir şey mi? Değil elbet. KCK operasyonlarıyla
yıllardır yapılıyordu. HDP, siyaset yapamaz hale getirilerek
uygulanıyordu. Şu an tek fark seçim öncesi, seçmen kararını yani
sandık sonuçlarını etkilemek amacıyla kamu otoritesi ağzından ilan
edilmesi.
Seçmenin ya da halkın, iktidar tabanının büyük kısmı bu
siyaseten katl biçimine destek sunar gibi görünüyor. Bu görüntünün
arkasında mevcut İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun, bakan olmadan
önce yıllarca yürüttüğü, AKP Teşkilat Başkanlığı görevinin
etkilerini sorgulamak gerekir. AKP teşkilatının, gençlik
birimlerinin bu zihniyetle şekillendiği açıktır. Şüphesiz Soylu’nun
tek sorumlu olmayıp ancak yukarıdan gelen söylemleri, direktif
kabul edip bir adım öteye taşıyarak cüretkar yargısız infazlar
yapmak yolunu seçtiği “açık ve nettir.”
Aynı şekilde açık ve net olan bir başka gerçek de bu ve benzeri
hukuk tanımazlığın, AKP seçmenini sandıktan soğutan olgular
arasında yer alışı. Yapılanlardan hoşnut olmayıp başka
partiye/adaya oy vermek yerine yapılacaklara dair sorumluluk
hissetmemek için oy kullanmama tercihi, küskün/muhalif AKP
tabanında küçümsenecek boyutta değil. Sandık sonuçlarına nasıl
yansıyacağını kestirmek güç olsa da oy kullanmayarak protesto
etmenin bizimki gibi yarı buçuk demokrasilerde anlamlı bir protesto
yöntemi olmadığı kesin. Örgütlü olmayıp bireysel tercihlerle
sandığa gitmeyeceği gözlemlenen pek çok genç seçmenin varlığı da
biliniyor. Muhalefet partilerinin de umut kırıcı politikasızlığı
karşısında “oy vererek hiçbir şeyi değiştiremeyeceğime göre sandığa
gitmem anlamsız” şeklinde formüle ediyor pek çok genç, oy
kullanmama niyetinin gerekçesini. Değişim istiyor gençlik. Ancak
seçimlerin değişim vaat etmediğine inanıyor.
İmama küsüp camiye gitmeme ruh haline teslim olmak dışında
seçenekler de var oysa. Değişimin kendimizden başlaması gerektiğini
bilerek karar vermek gerek. Kendi seçmen davranışımızı
değiştirmeden hiçbir olumsuzluğu, hukuksuzluğu, yanlış politikaları
değiştiremeyeceğimiz bilinciyle gidilebilir mesela sandığa. Yerel
yönetimlerin belirleneceği bu seçim kampanyasında en çok konuşan
kişinin Cumhurbaşkanı olmasını bir yana bırakarak partiye değil
adaya oy vermeyi seçerek. Sokağına, mahallesine, semtine, ilçesine,
köy ve kentine daha iyi hizmet vereceğine inanılan adayın,
partisini dikkate almadan oy vermek gibi.
Bu eşitsiz seçim yarışında eşitlik adına hareket edecek seçmen
davranışı geliştirilmesi de mümkün. Kadınları oylarımızla
destekleyerek yapabiliriz bunu. Bağımsız kadın adayları seçebiliriz
örneğin. Kendi seçim bölgemizde aday olan partili kadınlar varsa
hangi partiden olursa olsun oylarımızla desteklemek gibi ilkeli
seçmen tercihi de mümkün. Muhtar adayları arasında kadınları
seçmek, kadın aday yoksa azalar arasında en çok kadın üyeye yer
veren adayı desteklemek de öyle. İl genel meclisi ve belediye
meclisi oylamasını ise tercihimizi, listelerinde en çok kadın adaya
yer verenlerden yana kullanarak siyaset arenasında cinsiyet
eşitliği yönünde kendi adımımızı atabiliriz. Keza engelli adayları
desteklemek de aynı ölçüde eşitliğe hizmet edecek seçmen davranışı
olur. Ve tabii ki istihbarat raporları kimlere oy vermeyin manasına
gelecek şekilde kullanılıyorsa işte o kişilere oy vermek en anlamlı
cevap.
Seçildikten sonra görevden mi alacaklar? Ne fark eder? Siyaseten
katle, siyasal haklar çiğnenerek medeni ölüme terk etme suçuna
ortak olmaktan daha onurlu değil mi? Oy vererek vebal altına
gireceğini düşünenlerin oy vermeyerek de vebal altına gireceği
gerçeğini idrak etmesi gerekmez mi? Seçime üç gün kala artık
seçmenin daha çok kendi zihni, gönlü, vicdanıyla baş başa kalarak
kararını netleştireceği şu günlerde bu soruları cevaplayarak
sandığa gidilmeli. Ama mutlaka gidilmeli. Yaşanan olumsuzluklar,
hukuksuzluklar bireysel veya toplumsal dersler çıkarma ihtimalini
içerdiğinden enseyi karartmaya gerek yok. Her hayırda şer, her
şerde hayır vardır, İlahî hükmünce her halükarda 31 Mart 2019 yerel
seçimleri ülkemiz için hayırlı olsun.