Geçtiğimiz haftanın ekonomi gündeminde iki önemli gelişme vardı.
İlki, Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) mutat olarak
gerçekleştirdiği “4. Madde Konsültasyonu” sonucunda Türkiye
ekonomisine dair açıkladığı değerlendirmelerdi. Diğeri de Türkiye
Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) Başkanı Naci Ağbal’ın yaptığı
enflasyon raporu bilgilendirme toplantısıydı. Bu yazıda, bu iki
metnin önemli gördüğüm yanlarının altını çizeceğim.
IMF değerlendirmesinden başlayalım. IMF uzmanları yaptıkları
değerlendirmelere, Türkiye ekonomisine dair genel tespitlerle
başlıyorlar. Buna göre yabancı sermaye girişiyle fonlanan kredi
genişlemesi, dış finansman ihtiyacının artması, rezervlerin
tükenmesi ve dolarizasyon gibi sorunlar nedeniyle Türkiye ekonomisi
zaten 2020’deki korona kaynaklı sorunlar ortaya çıkmadan önce ciddi
kırılganlıklar barındırıyordu. Elbette bu tip raporlarda IMF’in bir
özeleştiri yapması beklenemez. Zaten bunu yapacaklar da raporun
yazarı uzmanlar değil. Ancak insan yine de düşünmeden edemiyor.
Yukarıda sıralanan en temel iki sorun (yabancı sermaye girişiyle
fonlanan kredi genişlemesi ve dış finansman ihtiyacının artması)
doğrudan 2001 IMF programının sonuçlarıdır.
Devam edelim. IMF, pandemi döneminde alınan kredi genişlemesine
dayanan tedbirlerin, mevcut kırılganlıkları daha da artırdığına
işaret ediyor. Bu, Mart-Eylül 2020 arasındaki dönemde uygulanan
politikanın eleştirilmesi anlamına geliyor. Ancak 6 Kasım
sonrasında ekonomi yönetimindeki kadro değişimi sonrasında para
politikasının sıkılaştırılması ve kredinin daraltılması adımları
desteklenmiş.
Bu önemli bir gelişme. Kasım ayında Türkiye ekonomisi bir
ödemeler dengesi krizinin eşiğine gelmişti. Erdoğan yönetimi bir
‘U-dönüş’ yaparak, kendi gündemlerini iktidar blokunun diğer üyesi
olan büyük sermaye gruplarının çıkarları ve gündemleri ile
uyumlandırdı. Sonrasında da bildiğiniz gibi bir reform söylemi
ortaya çıktı. Tuhaf bir şekilde Türkiye’deki muhalif çevrelerin
‘demokratikleşme reformu’ bekledikleri, ancak esas olarak yabancı
sermayenin ülkeye giriş ve çıkışını kolaylaştıracak ve sermaye
girişlerini cezbedecek önlemlerden oluşacağı anlaşılan bu reform
paketi, henüz açıklanmasa da, fiili uygulamada pozitif reel faiz
verilmeye başlanması, döviz darboğazı sorununu gevşetmeye yetti. Bu
sürece IMF gibi bir kurumun destek vermesi önemliydi. Bu
gerçekleşti.
IMF, 2021 yılında Türkiye ekonomisinin yüzde 6 büyüyeceğini
öngörmüş. Nokta öngörünün ne olduğu çok önemli değil, ancak bir
eğilim olarak güçlü toparlanmaya işaret edilmesi önemli. Bu elbette
Avrupa’nın toparlanmasına ve aşının gelişmesine bağlı. Şimdiden
bakınca dünya ekonomisinde beklenen canlı toparlanmanın
gerçekleşmesi durumunda, Türkiye’nin de bu süreçten nasiplenmesi
muhtemel. Ancak IMF değerlendirmesinde, rezervlerin düşüklüğü ve
yüksek dış finansman ihtiyacı gibi kırılganlıkların sürdüğü de
belirtilmiş.
Geçtiğimiz aylarda IMF’in Araştırma Bölümü ve ülke programları
arasında giderek artan ayrışmaya
dikkat çekmiştim. Her ne kadar “4. Madde Konsültasyonu” kısa
bir değerlendirme olsa da, bu ayrışmanın izlerini taşıyor. Sözü
IMF’in maliye politikalarına dair değerlendirmelerine getirmek
istiyorum. IMF, geçici ve hedefe yönelik mali genişleme dışında,
maliye politikasının kullanılmasına karşı. Bu ise nasıl
hesaplandığı açıklanmaya muhtaç olan mali alan hesabına dayanıyor.
IMF uzmanlarına göre Türkiye’nin mali alanı milli gelirin yüzde 1’i
olarak tanımlanmış. Yani milli gelirin yüzde 1’i kadar bir
genişleme programına hoşgörü ile bakılıyor, ancak bir koşulla:
Şimdiden 2022’de uygulamaya konacak bir mali konsolidasyon planının
hazırlanması. Bu öneri ne Türkiye ne dünya gerçekleriyle uyumlu.
IMF ülke programlarının halen standart neoliberal reçetelere
dayanarak değerlendirme yaptıklarını gösteriyor.
Maliye politikası ile ilgili dikkat çekilen bir başka konu,
bütçe dışı harcamalara ait şeffaf bilgi akışının sağlanması
hakkında. Buna göre kamu özel ortaklığı projeleri ya da Türkiye
Varlık Fonu gibi bütçe dışı harcama yapan kurumların şeffaflığının
sağlanması, bütçeye gelecek yükün tahmin edilmesi açısından
önemli.
Son olarak para politikasının sıkı olmayı sürdürmesi gerektiği
savunulmuş. Senaryoya göre bu sayede sermaye girişleri sürecek,
enflasyon kontrol altına alınacak, rezerv sorunları hafifletilecek
ve dolarizasyon dizginlenecek. Buradan Naci Ağbal’ın geçtiğimiz
haftaki enflasyon raporu bilgilendirme toplantısına geçebiliriz.
IMF ile TCMB’nin aynı düzlemde olduğu göze çarpan bir özellik
olarak karşımıza çıkıyor. Zaten iktidarın reform dediği de aşağı
yukarı bu. İşin ironik yanı, muhalefet çevrelerinin ekonomik
programının da bundan farklı olmaması. Ağbal'ın açıklamalarında
kritik olan, 6 Kasım öncesi çerçeve ile arasına kesin bir sınır
çizmesi ve ‘piyasaların’ kendisinden duymayı beklediği mesajları
teklemeden vermesi. Daha spesifik olarak mevcut ‘para politikası
duruşunun kararlılıkla uzun bir müddet sürdürülmesi’ ve enflasyonun
kontrol altına alınamaması durumunda ‘ilave sıkılaştırma’
yapılacağının belirtilmesi, özellikle kısa vadeli sermaye için
yüksek bir kâr garantisi vaadi anlamına geliyor. TL’nin yavaş yavaş
değerlenmesi, bu kâr vaadinin karşılıksız kalmadığını
gösteriyor.