Hallaq’ın kitabını henüz okumayanlar, ilk bakışta çalışmanın
seküler bir noktadan hareketle ya da sırf dini siyasal tahayyülü
yanlışlamak amacıyla kaleme alınmış, teleolojik bir odaklanmanın
kitabın özünü domine ettiği izlenimini edinebilir. Ancak kitabın
sayfaları arasında gezindikçe bu izlenimin yanıltıcı olduğu,
meselelerin İslam siyaset ve hukuk düşüncesi konusunda oldukça
yetkin bir yaklaşımla ele alınmasının yanı sıra modern siyasi
tasavvurun toplumsal ve siyasi yansımalarına ilişkin eleştirilerin
çekincesiz serdedildiği bir eser olarak temayüz ettiği görülüyor.
Elbette yazarın modern devletin temellerine belki Machiavelli ile
birlikte ilk harcı atan Hobbes’tan, devleti tarihin tözü olarak
temellendiren Hegel’e, küçük süflî olan politikaya karşı soylu
politikayı tercih eden Nietzsche’den egemen devlet anlayışını en uç
noktasına kadar götüren Schmittçi çözümlemeye varana kadar Avrupa
siyaset felsefesinin labirentlerinde orta ölçekli bir gezinti
yaptırdıktan sonra yazarın ulaştığı nihai tespitler, sadece klasik
İslamcı bakış açısından değil aynı zamanda İslami devletten başka
bir çözümü onaylamaya yanaşmayan geleneksel Müslüman perspektif
açısından da kabul edilebilir doneler içermiyor. Ancak varılan
sonuç her ne olursa olsun, bu, eserin sağlam bir inceleme olduğu ve
iyi temellendirildiği gerçeğini değiştirmiyor.
Kitabın temel tezi, İslam devleti kavramının günümüzdeki
pratiğinin modern devletin herhangi bir yaygın tanımına göre
imkansız ve içsel çelişkilere sahip olduğudur. Yazara göre
çağımızda İslam devletinin imkansızlığı iki nedenden kaynaklanıyor:
Birincisi, kolonyal dönemden önceki 12'nci yüzyıl boyunca uygulanan
şer’i devlet modeli ve bu kavramın modern devletteki karşılığına
ilişkin yanlış Müslüman tasavvur. İkincisiyse çağdaş İslami
söylemin, modern devleti Kuran’da temel ilkeleri belirlenmiş olan
ideal değerleri hayata geçirecek İslami devleti de içeren ya da
içerme potansiyeli taşıyan boş bir kap olarak değerlendirip buradan
hareketle bu devlet yapısının tarafsız olduğuna dair yanlış
inançtır. Ve bu görüşün doğal bir sonucu olarak da İslamcılık,
kendi tercih ve kararlarına uygun belirli bir işlevsellik
çerçevesinde modern devletin şeriat kurallarına tabi kılınabilir,
dini bir çerçevede yönlendirilebilir ve hayata geçirilebilir
olduğuna ilişkin bir yanılsama içerisindedir. Yazara göre modern
devlet asla tarafsız değildir, ayrıca modern Batılı toplum da
Batılı devlet anlayışından kopuk bir çerçevede ele alınamaz.
Kitabın epistemolojik içeriğinin tamamını burada serdetmemiz
imkansız olmakla birlikte kısaca değinmek gerekirse yazar, üç
sosyal bilimci, Kelsen, Foucault ve Schmitt’in toplum-devlet
ayrımı, egemenlik, hukukun işlevi, ulus, milliyetçilik kavramlarına
ilişkin kimi birbiriyle örtüşen kimi ise birbirine zıt
temellendirmelerini ön plana çıkarıyor. Tabii yazarın Descartes’le
birlikte başlayan modern düşüncenin, olması gerekenle (normatif)
olan (pozitif), ahlaki olanla bilimsel olan arasındaki ayrımın yol
açtığı yıkıma ilişkin eleştirileri ilk sayfalarından itibaren
kitabın neredeyse tamamında görmek mümkün.
Modern çağda İslami siyasetin imkansızlığına ilişkin tespiti
tabii ki sadece 19'uncu yüzyıldan itibaren önemli ölçüde dönüşüm
geçiren Müslüman toplulukların günümüzdeki İslami siyasal
tahayyülleriyle ilgili. Ancak bu, Şeriat’ın ve İslam devletinin
tarihsel olarak yadsınması anlamına gelmiyor. Yazar, tam tersine
Şeriat’ın tamamen Müslüman toplumun içinden doğmuş, ihtiyaçlarını
eksiksiz karşılayan, içinden çıktığı sosyolojisiyle büyük ölçüde
uyumlu olduğuna ilişkin görüşlerini her fırsatta dile getirmekte.
Ancak Hallaq, çağımıza gelindiğinde ilk kez Vestfalya Anlaşması'yla
tarih sahnesine çıkan, belirli bir yetkinlik aşamasına gelmiş,
gelişimini göreli olarak tamamlamış olan modern siyaset
felsefesinin, artık devlet ve onun egemenliğini sağlamakla görevli
hukuka ruhunu verdiği ve bu sürecin geriye alınmasının mümkün
olmadığı görüşünde. Dolayısıyla yazara göre sadece İslam’ın değil,
başka hiçbir pre-modern ve geleneksel-dini düşüncenin buna nüfuz
etmesi mümkün değil. Ve sonuç olarak şu an Şeriat’ı ve İslam
hukukunu, modern devlet anlayışıyla harmanlayarak ulus devlet
sınırları içerisinde uyguladıklarını iddia eden devletlerin bu
tutumunun, orijinal İslam hukukuyla uzaktan yakından bir ilgisi
bulunmamakta.
Kitabın odaklandığı bir başka problematik ise İslam tarihi
boyunca bugün anladığımız anlamıyla hiçbir zaman devletin
olmadığıdır. Devlet kavramının etimolojik analizine girişen Hallaq,
Arapça kökenli devlet kavramının bugünkü modern anlamıyla “state”
kavramıyla örtüşmediğini, Türkçeye de geçmiş olan tedavül
kelimesiyle köktaş bu kavramın daha çok Müslüman toplumlarda
kurduğu hegemonyanın gelip geçiciliğini ifade eder tarzda
“geçicilik ve devretme, elden ele dolaşma” kavramıyla ilişkisini
vurgulamaktadır. Bu açıdan modern devlet, hiçbir zaman tarihsel
olarak varlık bulmuş bir siyasal entiteyle aynı kefeye konamaz. Bu
bağlamda yazar, modern devletin İslam’ın temel ilkeleriyle
çelişmediğini düşünen İslami hareketlerin ama özellikle de Müslüman
Kardeşler Hareketi kadrolarının bakış açısını oldukça yüzeysel
bulmakta, onları modern devletin özünü anlamamakla
eleştirmektedir.
Yazarın vurguladığı bir başka önemli nokta ise etrafında,
bulundukları coğrafyaya yabancılaşmış kölemen bir askeri ve siyasi
bürokrasiyle ülkeyi yöneten sultanın, İslam hukuku tarafından kesin
bir çizgiyle sınırlanmış olmasıdır. İslam ortaçağ siyasi düşüncesi,
Tanrı’nın mutlak egemenliğinin hükümferma olması ve Şeriat’ın
dışında yabancı bir hukuk sistemini kanonize etmenin akla dahi
getirilememesi nedeniyle Batı’daki gibi soyut bir egemenlik
kavramının ortaya çıkışına ve gelişimine izin vermemiştir.
Kitabın tezini sağlam temellendirdiğini teslim etmekle birlikte
yazarın Schmittçi devlet ve siyaset anlayışından zihnini bir türlü
kurtaramadığı ve kitabın temel tezini de bu varsayım üzerine inşa
ettiği görülüyor. Yazar neredeyse modern devletin liberal ve
rasyonel yorumuna yönelik getirdiği eleştirilerde özellikle de
güçler arasındaki ayrımın fren denge mekanizmasını sağlama
noktasındaki yetersizliğine inancını neredeyse bütünüyle
Schimitt’in tezlerinden hareketle temellendiriyor. Özellikle
parlamenter rejime sistematik bir şekilde saldırma noktasında Alman
düşünürün argümanlarını çok fazla sorgulamadan kabul ettiği ve
modern devleti onun yorumladığı şekliyle benimsediği gözden
kaçmıyor. Ve modern devleti salt Schmittçi bir bakış açısına
indirgemek de kaçınılmaz olarak kitabın temel argümanını zayıflatan
bir noktaya ulaşıyor.
Hallaq’a yöneltilebilecek bir başka eleştiriyse birbirinden
farklı özelliklere sahip, çelişkili içsel dinamikleri olan
tarihteki Müslüman toplulukların geliştirdiği İslam siyaset ve
hukuk felsefesini verili bir gerçek olarak görmenin yanı sıra başka
türlüsünün mümkün olmadığı ve sadece kendisiyle karşılaştırmanın
yapılabildiği bir sabite olarak ele alması. Belirli bir zaman
kesitinde Müslüman topluluklar, kendilerinden yüzyıllar önce
indirilmiş Kitab’a belirli bir hermönötik faaliyetle yaklaşmışlar
ve buradan hareketle siyasi ve toplumsal bir sistem
belirlemişlerdir. Ancak bu, iç bütünlüğe sahip ve belirli bir
bağlam içerisinde gelişmiş söz konusu tarihselliğin bugün de tekrar
etmesi gerektiği ya da edeceği anlamına gelmez. Aynı bütünsellik
farklı bir bağlamda ve farklı özelliklerle rahatlıkla sağlanabilir.
Bugünün toplumları da kendi tarihsellikleri içerisinde yeni
yorumlar getirebilir, farklı bir metodolojiyle din-siyaset
ilişkisine dair yeni şeyler söyleyebilir, yeni bir toplumsal sistem
inşa edebilirler.
Son olarak, bütün bu eleştirilere rağmen “İmkansız Devlet”,
İslam-siyaset ilişkisinin tarihte ve günümüzde nasıl
kurgulandığını, İslam hukukuyla modern devlet tasavvurunun neden
bağdaşmaz olduğunu merak edenlerin mutlaka okuması gereken, emek
mahsulü bir çalışma olduğunu teslim ederek bu yazıyı bitirelim.