Sabancı Üniversitesi Kasa Galeri'de 23 Mart'tan 5 Mayıs'a dek izlenmekte olan "İmkânsız Uzam" sergisi üzerine, sergiye yapıtlarıyla katkıda bulunan İhsan Oturmak ve Hasan Pehlevan ile, Deniz Aktaş'ın eserleriyle katkıda bulunduğu ve Derya Yücel'in küratörlüğünü üstlendiği etkinlik üzerine söyleşme fırsatını yakaladık.
Sergiye 'Stratejik Güzelleştirme' isimli ve kerpiç, toprak, saman ve taştan oluşan 2017 tarihli yerleştirmesiyle katılan İhsan Oturmak, sergide aynı zamanda 'Klasik Güzelleştirme' (Tuval Üzeri Yağlıboya), 'Dama Çıkma İzni' ve 'Dar Sokak Önermeleri' isimli işleriyle yer bulurken, ona 'Fikirtepe Müdahale' ve 'Kazı Alanından Hazır Nesne' gibi işleriyle Hasan Pehlevan eşlik etmekte.
Sergi, kavramsal dayanağını Jeanne Winterston'ın 2000'de yazdığı "Hikâyemiz tarihle yurt arasındaki bilinen çelişkidir. Bir başka ifade ile , yurdu yanlıştan ayıran , ölçülmesi mümkün olmayan, imkânsız uzam." sözüne yaslanırken, sergi küratörü Yücel, 5 Mayıs'a dek sürecek etkinliği şu sözlerle tariflemekte: "Kendinden öncekini yıkma ideali üzerine kurulu ilerleme ideali, kendini merkeze alan 'insan'ın üstünlüğünü ispatlayan bir mite dönüştü. Zaman ve mekânın dorukları üzerinde kendini gören insanlığın fark ettiği şey, belki de o dorukların hiç olmayışı olmalıydı.
Deniz Aktaş'ın yersiz yurtsuz mekânları bizi gerçekliğin trajidisine sokmaksızın tekinsiz, sessiz ama bir o kadar da dehşetli manzaralar içerisine sürüklüyor.
İhsan Oturmak'ın Çatalhöyük'ten referans alan yeni kent manzaraları, bir arada yaşamın ütopik hayalini ve düşlerimizi prova edebilme mekânı sağlıyor. Hasan Pehlevan'ın yok olmakta olan mekânlara uyguladığı geçici müdahaleleri, kentsel tahribatın sosyal katmanlar arasındaki uçurumu nasıl daha fazla görünür kıldığına işaret eden uzamlar olarak işliyor.
'İmkânsız Uzam', yersiz yurtsuz, yerli yersiz ve imkânsız mekânlara işaret ediyor. Belki de tüm bu zaman-mekân, yer, aidiyet, inşa ve hafıza katmanları arasındaki eylemlilik artık yıkımımızı daha iyi düzenliyor olmak dışında, ne yapacağımızla ilgili olmalıdır."
Hasan, İhsan, bu serginin hangi ihtiyaca karşılık geldiğini anlatır mısınız ?
Hasan Pehlevan: Bir yıldır üzerinde oturup konuştuğumuz, aslında organik biçimde görüşmelerle düzenlenen bir sergi bu. Üçümüzün de farklı dertleri vardı. Üçümüzün de Diyarbakır Güzel Sanatlar Lisesi'nden gelmiş olması ve hiç bir projede bir araya gelememiş olması söz konusuydu. Ama hepimiz de farklı alanlarda yer aldık. Benim eserim en arkadaki odada, ses yerleştirmesi olan proje. Deniz'in Paris'e gittiği dönemlerden yaptığı, 'yok yer' ile ilgili işleri bulunuyordu. Örneğin, bir savaş alanından kare gibi görünen bir deseni yer alıyor sergide, oysa bu bir dijital katkılı kolaj. Bir yere ait olduğu düşünülmemesi için bu üç işleri de 'Yok Yerler' adı altında buluşturdu.
Diyarbakır Sur'un yıkılma anından sonra ortaya çıkan molozun, Dicle Üniversitesi yanında Hevsel Bahçeleri'ne bırakılması söz konusu örneğin. İnsanın doğaya müdahale durumundan bahsediliyor burada, ya da Deniz'in doğduğu evin bugün doğa tarafından içine alınmışlığı yansıtılıyor. İnsanın yeryüzünde olmadığı durumda, ona ne kadar hakim olabildiğinden bahseden bir iş de bu aynı zamanda.
İhsan Oturmak: Biz ne yapıyorsak aslında kendimize yapıyoruz. Çünkü biz gittiğimiz zaman ister istemez doğa bir yerde kendini tekrar geri döndürüyor. Cilalı taş, orta çağ gibi çağlar geçmiş durumda ve biz o günden beri kalıntı arıyoruz, ama hala bulamıyoruz. Örneğin bir dinazorun ayak izlerini görmemiz ilginç birşeye dönüşüyor.
Aslında biz verdiğimiz tüm zararları yine kendimize veriyoruz. Deniz'in kolaj - desenlerindeki bu molozların Sur'dan olması, çok eski bir yaşama gönderme yapması, doğaya bırakılması ve yerine yenilerinin gelmesi ile ilgili olarak, hem doğal süreci, hem de gerçek süreci yansıtır vaziyette olan sergideki bu üç işi de bir biçimde ilişkilendirmeye çalıştık.
Aslında Deniz Aktaş desenleriyle sevimli bir kışkırtma da yapıyor olsa gerek. Hem hayal gücünden ve hem de gerçeklikten faydalanıyor, klasik manada resim yapıyor; ancak aynı zamanda hem resmî ve hem de gayrıresmî olanı sorguluyor, diyebilir miyiz?
İhsan Oturmak: Evet, çok güzel bir okuma yaptın. Benim bu sergideki yerleştirmem ise aslında her yere tekabül ediyor. Hem bize ait bir yer, çünkü meselâ ben bunu Çatalhöyük'ten yola çıkarak yaptım, ama buna bir Sur da, Hititler'e ait bir kalıntı da diyebiliriz. Vatan dediğimiz şey aslında biraz da bizim onu anlamamızla ilgili. Bu yerleştirmede Sur'u anıştıran bir dört ayaklı yapı var, bir ana cadde var.
Ancak ondan öncesinde ben sana bu kerpiç yerleştirmenin temeline giden bir seneden bahsedeyim: Bundan bir yıl önce TV'de bir haber izledim. Haberde hırsız polisten kaçıyor. Kilis'te, şehrin ara sokaklarında bir kovalamaca yaşanıyor. Giderek, hırsız eski tarihi bölgeye girince sokaklar daralmaya başlıyor ve hırsız orada daralan sokakta arabasıyla kilitlenince atlıyor; pencereden kaçıyor. Arabası da böylece polisle arasında bir barikata dönüşüyor, polis de giremiyor. Bu kendi kendine oluşan bir süreç.
Ben Paris'e bakınca da bunu araştırıyordum o sıra: Bu zengin caddeler, burjuva mekânları nasıl böyle bir hale geldi? Derken Haussmann'ın ve 1840'lara, 3'ncü Napolyon dönemini filan araştırdım ve işçi sınıfının orada olması sırasında dar sokaklarıyla büyük bir merkezin yer aldığını gördüm. Savaşlardan ötürü Napolyon Alman kafasıyla Haussmann'ı getiriyor Paris'e. Sokakların hepsi genişletiliyor ve bildiğin gibi Marx ve Engels de buna 'Stratejik Güzelleştirme' diyorlar. Zaten bu işimin adı da 'Stratejik Güzelleştirme' bu arada. Bu sisteme göre, fabrikanın olduğu yere giden noktalarda, direkt karakol bağlantıları mevcut. Çünkü orada burjuvazinin işçi sınıfına karşı bir müdahalesi bu.
Derken, Sur olayları da gerçekleşiyordu ve sokakları genişletmeye başladılar. Her köşede bir karakol yapmayı düşünüyorlar bu arada. Bu noktada da ben bu durumun biraz da Haussmann'ın Ortadoğu'ya TOKİ olarak girmesini sembolize ettiğini düşündüm. Ve Çatalhöyük'ü araştırmaya koyuldum. Bildiğin gibi orası bizim en eski yerleşim yerimiz ve evler bitişik; birbirine tepelerinden giriliyor ve bağlı vaziyette. Herhangi bir güvenlik kuvveti, devlet yok... 1500 yıl boyunca savaş olmamış, duvarlarında ok ve tahribat izi filan yok. Bu noktada ben şunu düşündüm: Acaba savaşın başlangıcı sokağın icadıyla mı başlamış? Aslında sokağın varoluşu, savaşın başlangıcıyla aynı döneme mi rastlıyor diye sormaya başladım ve alternatif çözümler neler olabilir konusuna odaklanınca ortaya bu çıktı: Çatalhöyük'ü bugünün mimarisine uygulasak, en azından savaşın olmaması için bu mümkün olabilir mi diye sordum kendime...
Bunlar olurken, Doğu İran'daki Panaghan köyü dikkatimi çekti. Onun sokakları çok dardı ve aradaki sokakları yok ederek Çatalhöyük gibi bir görünüm kazandırmaya çalıştım. Aşağıdan baktığın zaman daha gözetlenebilir bir şehir gibi. Biraz Mardin, Siirt duygusu da olan bir yer. Kendini bir yerde yem olarak ortaya sunup yaşam alanını kendin belirleyerek kamusal alanı yok edip, merdivenden merdivene bir yaşam alanı oluşuyor. Kamusal alanı ortadan kaldırdığımızda ise, sokaklarımız artık evlerimiz oluyor; bize ait olan yer oluyor. Böylelikle, sokağa çıkma yasaklarına da bir alternatif üretiyorsun.
Komün ve İnternet fikrini de çağrıştıran bir yaklaşım bu.
İhsan Oturmak:Evet, herkes eşit aslında. Sokak olmayınca, sokağa çıkma yasağı da olmaz fikrinden yola çıkarak, en sonunda, madem biz sokakları genişletmiyoruz; o halde niçin arabaları tek kişilik, bir kişinin girebileceği şekilde dar yapmayalım dedim... Bu biraz da bölge dokusuna zarar vermeme niyeti ile ilgili bir şeydi. Bir mimar yerine, mühendis gelse belki çözümü böyle olurdu; ama zamanında bir mimar görevlendirildi. Bu yüzden düşündüm ki arabalar bu şekilde yapılırsa, isyancıları istedikleri yerlerden daha rahat çıkarabilirler ama halka da zarar vermez ve daha gözetlenebilir olur.
Geçen gün bir sanatçı ve akademisyenden öğrenmiştim... Eşek Yolu da var değil mi ?
İhsan Oturmak: Evet, Mardin'de Eşek Yolu vardır sokak aralarında. Eşek de kendini korumaya çalışıyor ama o müdahaleyi yapamıyor bir yerde. Biz bugün bir robot tasarımı bile yapabiliyorken, neden şimdi de yapamayalım, değil mi ?
Hasan Pehlevan: Ben de bu sergide belki de İstanbul'un en hızlı yıkılan semti Fikirtepe üzerine odaklandım. Ona yakın bir yerde, Göztepe Libadiye'de oturmaktayım. 2014'ten bu yana sürdürdüğüm bu projede, Fikirtepe'nin belli noktalarına, belli aralıklarla gidip müdahalede bulunmaktayım. Buradaki yıkıntılara gidip, soyut kimi formlar çizdim. Bunların kimi yıkıntı sonrası oluşan demir kütlelerin göstergesine referans verirken, diğerleri ise yer mozaiği form ve fikrini temel alıyordu. Çünkü yapmak istediğim şey, sanatçı olarak Fikirtepe'nin yıkımını durdurabilecek bir gücüm olup olmadığını sorgulamaktı.
Ben sokağa anonim müdahaleler ile birlikte klasik manada da sanatını ortaya koyan biriyim. Bu anlamda eğer Fikirtepe, kendi sanatsal mirasını çok baskın bir şekilde ortaya koymuş olsaydı, onun yıkımını gerçekten durdurabilir miydik sorusuna yoğunlaştım. Bu semte ilgi duydum, çünkü 13 yıldır yaşadığım İstanbul'da, Tarlabaşı ve Sulukule'yi de referans alabileceğim Fikirtepe ile, büyüdüğüm Diyarbakır Bağlar'ı birbirine yakın buluyordum. İçeri girmek zor böyle yerlere... Başınıza birşey gelmeden de çıkmanız gerekiyor. Yine 12 yıl boyunca Sur'da da büyüdüğüm için tercihim bilinçaltıma böylece yerleşti. Bu yönüyle ben bunu nasıl belgeleyebilirim dedim ve o bölgenin kazı alanından çıkan taşların sergilenmesi ve bu müze biçiminde sergilenme haline, Suriye'nin antik kenti Palmyra'da yaşanan kültürel yıkıma referans veren yıkım seslerinin eşlik etmesi söz konusu oldu.
Aslında sanki Deniz Aktaş'ın üretim anlayışıyla seninki arasında da bir kardeşlik var. Sen burada arkeoloji fikrini alt üst edip, çağdaş bir arkeolog gibi davranıyor ve güncel bellek ile onun daha eski biçimlerini eleştirel biçimde karşı karşıya getiriyorsun. İzleyiciyi de bunun ortasına bırakıyorsun.
Hasan Pehlevan: Aynen. Kalıcı ve geçici bellek diyoruz ya, Fikirtepe unutulacak. Ben onun bir kalıcı bellek unsuru olmasını istiyorum.
Peki orada halen duran işlerin var mı ?
Hasan Pehlevan: Evet, birkaçının halen yerinde durduğunu çekim için bölgeye gittiğimizde gördüm. Bir tek galeride gördüğün bu altı kareyi getirdim. Ama toplamda üç yıla uzanan 25 karelik bir seri var. Mekanı düşünerek sergiledik. Yaptığım müdahalelerin rengi de zamanla, buradaki parçalarda gördüğün gibi açılıyor. Zaten antik kent Palmyra'yı hiç bir zaman unutmadım. Buradaki sesleriyle de. Hatta buradaki kırma sesleri de bana ait olsun istedim. Bildiğin gibi orada bir kültür tahribatı oluştu. Bu anlamda senin de bildiğin gibi, Suriye'den, Palmyra'dan kaçak yollarla getirilen kültür varlıkları Kanada ve Türkiye - Adana gibi yerlerde ortaya çıkmaya başladı. Hatta Suriye Kültür Bakanı bu konuda özellikle Türkiye'yi işaret ediyor. Türkiye'nin uzlaşmadığını söylüyor. Ama elinizdekiler, sizde kalabilir de diyor. Yine de istedikleri, ellerinde neler olup olmadığını anlayabilecekleri bir doküman aslında. Ama Türkiye'de böyle bir dokümantasyon yok. Bu durum Sur ve Bağlar ya da Fikirtepe için de söz konusu oldu. Hepsinin yıkılma amaçları farklıydı, biri savaş, öteki kentsel dönüşüm, diğeri finansal nedenler veya terör örgütü kaynaklı vb.
İşte böylesi koşullarda üçümüz arasında egonun silindiği bir iletişim ve üretim atmosferi oluştu. Çünkü birbirini tanıyan üç sanatçıydık. Derya Yücel ile küratöryel bir yaklaşım içinde fikir alışverişimiz de hayli verimliydi. Hatta benim fotoğraflarım arasında dikkatini çekmiştir, Fikirtepe'de hala yaşayanlar var. İnsanlar, eğer büyük sermaye buraya gelmeye çok hevesli ise, benim de burada direnmemin bir anlam ve sebebi var diyerek kalmayı seçiyorlar.
Farklı nedenler var ve hepsinin temelinde bir iştah var; bu çalışman insanlık halimize dair bir 'leitmotif' ile de (ana motif / nakarat / tema) ilgileniyor sanki. Nakarat burada asıl öğe haline dönüştürülüyor. Detayı başrole getiriyorsun; seçtiğin soyut motifler hem tanıdık, ama hem de doğrudan belli bir coğrafya veya kültürüne ait değiller. Ege de, Ortadoğu da, Güney Amerika da olabilir... Bu yanıyla senin çalışmana yaklaşmak da ilginç bir tecrübe oluyor. Tıpkı bir insanla yeni tanışma anı gibi. Hakkında bir fikrimiz olmadığı için önyargılarımız ve o anki bilgi ve izlenimimize sığınıyor ve doğru olanı düşünmeye çaba gösteriyoruz. Bizden değerli mi, değersiz mi olduğunu ölçebilecek bir çıkış noktamız da bulunmuyor. Herhangi bir görsele mi, yoksa gerçekten kıymetli bir şeye mi bakıyoruz...Bu bizi arada bırakıyor...
Hasan Pehlevan: Evet, çok güzel bir söylem bu... bunu söyleyecektim. Bunu izleyicinin kendisine gereken bir cevap gibi bırakmak istedim.