İnancın gerekleri mi, hak ve özgürlükler mi?

Gelecekten kaçamayız, geleceğimizi, gelecek kuşakların nasıl yaşayacaklarını belirleyecek sorulardan kaçamayız. Örnekse, Hermes marka çantayla ilgili şakalar yaparak vaziyeti idare edemeyiz. Meseleleri mesele etmezsek, mesele olmaktan çıkmazlar, aksine kangren olurlar. Tedaviye başlamanın ilk adımı da hasta olduğunu kabul etmektir.

Aydın Selcen yazar@gazeteduvar.com.tr

Siz bakmayın CHP’nin Fransız ürünlerini boykot çağrısına, bu bizim çağımızın temel bir düşünce ve özgürlük mücadelesi. Ölüm-kalım savaşı desem fazla abartmış olsam. Eğer bitkisel hayatı, yaşamaktan saymıyorsanız. Ve sonda söyleyeceğimi ilk paragrafa koyayım, konuya iki değerli hocamızın, Murat Sevinç’in Diken’deki ve Taner Timur’un Birgün’deki yazıları penceresinden bakmaya davet etmek isterim sizleri. Bu bizim hikâyemiz, Türkiye ile Fransa arasında itişme yahut Erdoğan ile Macron arasında atışma değil.

Erdoğan, kendi söylemiyle birlikte Türkiye’yi bir kimlik bölünmesine sıkıştırdı. Burası bir cumhuriyet ve anayasasında laik olduğu yazılı. Türkiye Avrupa Konseyi’nin kurucu üyesi, NATO (“Atlantik Paktı”) savunma teşkilatının müttefiki, AB aday ülkesi ve İsrail’i ilk tanıyan devletlerden biri. Tarihsel boyutu geçtim, ki onun da kökleri* ta 17'nci yüzyıldaki “nizam-ı cedid” yani “yeni düzen” hatta Fatih’in İstanbul’u fethine dek vardırabilir, gerçek durum bu. Türkiye yüzü yüzyıllardır Batı’ya dönük ve köklü bir seküler geleneğe sahip bir ülke. Üstelik, Türkiye bir Arap ülkesi de değil.    

O günün yeni düzenini, bugün “yeni cumhuriyet” olarak tartışmaya yükümlüyüz. Bu tartışmayı bize “demokrasi ittifakı” adı altında yutturulmak istenen ama aslında gelecek başkanlık seçimlerini kazanmaya yönelik basit bir parmak hesabına dayanan “şeye” kurban edemeyiz, etmemeliyiz. Bu tartışmayı açan Erdoğan ve bizler de bu tartışmaya girmeyi bugün, şimdi, hemen durduğumuz yerde özgüvenle kabul etmeliyiz. Buradan muhayyel bir “direniş ekseni” liderliği de, arzulanan bir ümmete hilafet de çıkmaz.

Anayasasında “laik” yazması bakımından Türkiye, hani bize hep “kendimize özgü” olduğumuz anımsatılıyor ya, nüfusunun çoğunluğu Müslüman ülkeler arasında biricik. Sorular şunlar: Laik bir cumhuriyetin anayasal yurttaşı olan inançlı bir Müslümanın başat ödevi o cumhuriyeti dönüştürmek, olmuyorsa yıkmak mıdır? Hak ve özgürlüklerden mi, inancın gereklerinden mi söz ediyoruz? Devlet yahut kamu, inançlar, dinler veya inançsızlık karşısında yansız olacaksa, kamu görevlileri nasıl konuşur, hangi simgeleri kullanmakta özgürdür?

Bu tartışma ancak “laik/seküler” hukuk zemininde eşit taraflar arasında yürütülürse yapıcı olabilir. Böyle bir zeminin varlığından söz edebilir miyiz? O zaman hukukun, ifade özgürlüğünün sınırlarını konuşabiliriz. Hassasiyet, hoşgörü ve kardeşlik gibi safsataları duyduğunuzda orada gerçek bir demokrasiden söz edilemez. Altun, Kalın, Soylu, Erbaş, Gaziantep Valisi Gül gibi kamu görevlilerinin “bizim” diyerek kendi kişisel kutsallarından kamusalmış gibi söz etmeleri, diğerlerini dışarıda bırakması benim anayasal yurttaş olarak özgürlük ve laik/seküler hukuk alanımı ihlâl etmiyor mu? “Defol git o zaman” mı alacağım yanıt? 

Ayrıca kimlik mi, yurttaşlık mı, çoğulcu biçimde tüm kimlikleri koruyan yurttaşlık mı? Pınar Öğünç dünkü yazısında “Varlığınız, kimliğiniz ‘belirsiz’ kılınmaya çalışıldığında, bunu değiştirmeye dair inanç hayatın kendisi haline geliyor.” diyordu. Başıörtülü kız öğrencinin üniversiteye girmesi sorunu çözüldü. Olumlu. Pekiyi ya Kürtlerin anadilde eğitimi sorununa ne oldu? Eğer ben inançsızsam, senkretist-gnostisist-panteist bir tür İslâm inancına sahipsem, Aleviysem, Hristiyansam, Yahudiysem, yahut kafama göre takılmak, devlet tarafından rahat bırakılmak istiyorsam, kanun önünde eşit miyim ve fırsat eşitliği geçerli mi benim için? 

Başka sorular da var: İslami bir cumhuriyet olan İran’da türlü kimlikler var. Şiiler, Sünniler, Yahudiler. Kürtler, Azeriler, Beluçlar, Araplar, Türkmenler. Bu kimlikler “velayet-i fakih” düzeninde özgürce mi yaşıyorlar? Yoksa aynı zamanda Anglikan Kilisesi’nin de başı olan kraliçenin Birleşik Krallığı’ndaki Paki Müslümanlar mı daha özgür? Zaten Müslümanlar ayaklarıyla oy veriyor. Akın akın kapağı Avrupa’ya, kıtada durmayıp Britanya’ya atmaya çabalıyorlar. En talihlileri ise Kanada ve ABD’ye. 

Fransa’da bir sorun yok mu? Var. Ancak o sorun onların işi, bırakın bizim derdimiz bize yetsin. 1905’ten kalan laiklik yasasını güncellemeye kararlı Macron ve ilk taslak da Aralık ayında Meclis’e gelecek. Fransa’nın meselesi, kendine özgü yolunda devam etmek mi, ABD veya Britanya’laşmak mı? Hangi yolu tutarsa tutsun adeta bir müzik parçasının yorumu gibi laikliğin sert, yumuşak, dışlayıcı, kapsayıcı vs. “icrası” değil mesele. Laikliğin cumhuriyetin çimentosu ve çoğulculuğun güvencesi olduğu tartışmasız. Fransa’da bunun için “blaspheme” (“dine küfür”) de serbest.             

Hak ve özgürlükler. İnançların gerekleri. Tek bir inanç değil. İnançlar. Kamunun dini değil. Halkın cıvıltısı. Cemaatçilik değil, toplumculuk. Gelecekten kaçamayız, geleceğimizi, gelecek kuşakların nasıl yaşayacaklarını belirleyecek sorulardan kaçamayız. Örnekse, Hermes marka çantayla ilgili şakalar yaparak vaziyeti idare edemeyiz. Meseleleri mesele etmezsek, mesele olmaktan çıkmazlar, aksine kangren olurlar. Tedaviye başlamanın ilk adımı da hasta olduğunu kabul etmektir.

*İtiraf etmeliyim ki elimde saygın tarihçi Ali Yaycıoğlu’nun dönemi ele alan “Partners of the Empire” kitabı var. Müthiş ufuk açıcı, düşündürücü bir yapıt. Üzerine bir diğer değerli tarihçimiz sevgili Sinan Birdal epey yazılar yazdı Evrensel’de, dilerseniz başvurabilirsiniz.

Tüm yazılarını göster