"Qed nevirvirîne ser maseyê medreb vala ye
Mi’go ilme kesî nagihije ometa nû
Çaviya wir jî nakeve serî qeda pê keve
Lewma nakene rojhilatanavîn
Bibîne li ser dev dirêjkirî bi destarê destî
Dihêre sînorên te.."
Bir sabah annem çok erken uyandı ve benim çok iyi bildiğim ve ömrümün sonuna kadar bir sır olarak saklayacağıma yemin ettiğim o şahane nedenle, sekiz yıl boyunca, babamla, bir daha konuşmadı. Annem sekiz yıl boyunca bize muhteşem bir "sessizlik gölgesi" armağan etti. Biliyorum, bir şeyin armağan olabilmesi için, "ortada herhangi bir mütekabiliyet, karşılık, mübadele, iadeyi armağan veya borç olmamalıdır" diye yazar Derrida. Ama annemin sessizliği, hayal edebileceğim en şahane en etkileyici, büyük ve iri harflerle yazılan bir konuşmaya dönüştü. Karşılık vermemenin ihtimal dahilinde olmadığı o rüzgar sesli, sessizliğin, vahim bir yabancılaşma doğuracağını düşünmek, sadece tek taraflı vahim bir hataya düşmek olmazdı; ötesi ve dahası, bütün zarif şüphelerin, sesini de kısmak olurdu.
Annemin sessizliği bana dünyayı öğretti; dünyanın toplam bütün günahlarının tam da o noktada bağışlamak üzere çarmıhta beklediğini öğretti. Sessizlik ben dahil her şeyi yutmuştu. Artık dünya dahil, her şey başka bir şeydi. Nihayet sekiz yıl sonra, Batman/ Beşiri’de hapishane ziyaretime annem, babamla birlikte geldi. Babama sarılıp sırtını sıvazlarken, avucuma ceviz büyüklüğünde üç büyük ur değdi. Babam yaşlanış, iktidarını kaybetmiş, hayata teslim olmuştu. Kelimelere ihtiyaç duymadan gözlerimle anneme "ma êdî ne bes e" dedim. Gözleri "Bes e" dedi.
Ve o gün bugün bütün ihtişamımı yitirip, müsrifçe, adeta hiçbir şeyi umursamadan, her cümleyi, her söz ve kelimeyi, cömert ruhları yaralayarak, sefil bir erdemsizlik ve ahlaksızlığın kol gezdiği bir çukurda yorumlayıp duruyorum. "Hiçbir metin kutsal olamaz, çünkü her yazı parçası bir anlam çokluğu tarafından kirletilir. Yazı, herkesin, her yerde kullanabileceği bir anlamın orta yerde bırakılmasıdır" diyor Eagleton.
Încas, Hamid Omerî’in Keser’den sonra yayınlanmış olan ikinci şiir kitabıdır. Keser’i "Hüzün" olarak başka bir dile tercüme etmek, anlamı bir parça sınırlasa bile, sanırım en uygun anlam yine hüzün olur. Încas, erik, olarak tercüme edilebilir, ama Încas imgesi, Omerî’nin hakiki mana dünyasında, iri kara eriğe denk düşer. Eğer dil, nesneler dünyasının sesler, kodlar ve işaretlerle temsili anlamına geliyorsa, bir adım daha ileri giderek, o nesnenin, o anlam dünyası içinde diğer nesnelerle, nasıl konumlandırıldığına da bakmak lazım gelir. Kim bilir, belki de pürüzsüz anlam ile o vakit karşılaşabiliriz.
Aslında Încas, üç yıl önce 2016 yılında Avesta yayınları tarafından, yayınlandı. Beni tanıyan herkes, bu kadar gecikmenin nedenini merak eder. Doğrusunu söylemek gerekirse bende merak ettim! Bir itirafta bulunmam gerekirse, hemen şimdi şunları söylemem lazım. Henüz Încas, bir kitaba dönüşmemişken, tek tek şiir metinleri halinde, her birini şair'in sesinden dinleme imkanı bulmuştum. Şair’in sesiyle, zihnimde olağanüstü bir yer edinen şiirler, uzun zamandır Kürt şiirine dair geliştirdiğim ön yargılarımı kırmıştı. Günlük konuşma dilinin müziğinden, olabilecek en kapsayıcı biçimde beslenmeyen şiir’in eksik olacağını düşünürdüm. Bugünde bu düşüncemin bağlamına hala sadığım. Şiir’in günlük konuşma dilinin müziği olduğuna inananlardanım. Elbette, sanatın özellikle şiir’in konuşma diline yapılan barbar bir saldırı olduğunu biliyorum. Şiir günlük konuşma dilini kuşatır, onu eğip büktükten sonra yepyeni bir sistematik içinde yeniden inşa eder. Şiir’in doğası budur. Ama nihayet bütün gerekçelendirmelerimiz bittiğinde, günün sonunda döneceğimiz yer konuşma dilinin şiirselliğidir.
Încas, kitap olarak yayınlandıktan sonra, ben hala şair’in sesini arıyordum. Maçı anlatan spikerin sesine bağımlı fanatik taraftar sendromu yaşadım. Oysa maç anlatımı, radyo günlerinden kalma bir alışkanlık. Maçı stadyumlarda izlerken kimse bize maçı anlatmaz! Bu yıllar içinde Încas’ı defalarca okudum, ama her seferinde dimağımda kalan şair’in o büyüleyici sesine takılıp kaldım. O sesi aşmam, ancak bugünlere nasip oldu. Omerî, şimdilerde üçüncü şiir dosyası üstünde çalışıyor ve ben de Încas’ın üretim sürecinde olduğu gibi, her şiirin yeryüzüne merhaba deyişine tanık oluyorum. Dünden bu yana, değişen ya da ortaya çıkan fark şu; duygu ve anlam dünyamda artık, Şairin sesi, metnin sesini temsil etmiyor. Nihayet, şairin niyeti ile ortaya çıkan metnin niyeti, benim anlam dünyamda ayrışabildi. Şiir, kendi başına varlığını sürdürüyor zihnimin labirentlerinde. Değişen şair ve sesi değil elbette değişen benim. Galiba Friedrich Nietzsche haklı "gecenin karanlığında demlenmeyen hiçbir yaratı, sanat olmayı başaramıyor."
2008 yılıydı. O zamanlar NetKurd’te futbol ve edebiyat eleştirilerini Kürtçe yazıyordum. Bir sabah köşemin hem yanında bir komşum belirdi. Kelimeleri, olabilecek en hafif sadelik içinde, yeniden giydiren, cümleleri, sanki kalbin içinden geçen bir yolculuğun bütün samimiyetini yüklenmiş ve hiç zorlamadan, ne diyecekse, onu diyen, ona işaret eden ve Kürtçe’nin dilsel imkanlarını sonuna kadar kullanan bir yazar ile karşılaştım. Doğrusu çok etkilendiğini saklayacak değilim. Bu yazarla tanışmak istedim ve bir yolunu bulup tanıştım. O gün, bugündür, şu hayatta edindiğim en onur verici dostluğu onunla yaşıyorum.
Bana kalırsa Încas, sessizliğin ve şiirin sesini arayan gecelerin şiiridir. Hamid Omerî, insan olarak da gürültüden hoşlanmaz. Dolayısıyla şiiri büsbütün gürültüye kapalıdır. Gürültü gecenin hüznünü ürkütür. Keser gürültü olmadan ancak hüzün olabilir.
Annemin zarif sessizliği ile Hamid Ömerî şiiri arasında kurduğum köprü, sonuç olarak bana şunları söyletiyor; Încas, yeşil erik gecelerin, iri siyah ve sessiz eriğidir.
Özür dilerim Încas,
Çok geciktiğimi biliyorum…