Geçmişten söz eden her şey gibi bütün anılar da ince bir toz
tabakasıyla kaplıdır. Bize anlatılanın geçmişe ait olduğunu
hatırlatan, nostalji duygusunu pekiştiren o tozu görmeyi sever,
mümkünse kokusunu bile duyabilmek isteriz. İyi bir anı kitabı,
üstündeki tozu toprağı da ölçülü oranda görünür kılar. Kimi
anıların tozu onu fark etmeyeceğimiz kadar ince kimisi ise
altındaki hikayeyi perdeleyecek kadar kalın olabilir.
Anı ve biyografiler Türkiye’de okurun en sevdiği türler arasında
yer almaz. Ama mesela Anglo-sakson kültüründe, İngiltere ve
Amerika’da en çok okunan türlerin başında gelir. Bizim bu konudaki
mesafemiz yazmayı mı okumayı mı sevmediğimizden böyle, karar vermek
zor. Biyografiler ayrı bir konu, biz şimdi anı kitaplarına
bakalım.
Hatıraların ve tecrübelerin aktarımı bakımından anı kitaplarının
değeri büyük. Sadece çok önemli işler başarmış kişilerin değil,
herkesin anılarının bir değeri var. Çok sıradan bir hayatın
gündelik detayları bile, yüzyıl sonra araştırmacılar için altın
değerinde, birkaç on yıl sonra nostalji severler için çok lezzetli
bir metne dönüşebilir. Devlet adamlarının, siyasetçilerin,
sanatçıların yazdıkları ise tastamam birer mikro tarih
çalışmasıdır. İleride tarihçilerin mutlaka başvuracağı metinlere
dönüşürler. Bu nedenle özellikle toplumsal hayatın dönüm
noktalarında rol oynamış, yaşadığı dönemde, yaptığı iş ne olursa
olsun o alanda etkili olmuş herkesin anılarını yazması gerektiğine
inanıyorum. “Yaşadıklarım benimle birlikte mezara gidecek” sözü
bana çok anlamsız gelir. Biraz kendini fazla önemsermiş gibi
görünen bu tavrın arkasında tabii ki yazmanın güçlükleri de var.
Çünkü eğer anılarını yazmasını istediğimiz kişi eğer iyi bir okursa
sadece anlatmanın yetmeyeceğini, güzel anlatmanın da şart olduğunu
bilir.
İster edebiyatta olsun ister sinemada insanların anlatmaya
kendilerinden başladıklarını biliyoruz. İlk romanlar, ilk filmler
çoğunlukla alabildiğine otobiyografik olur. Pek çok yazar, gündelik
hayatta sık sık ‘beni yazmalısın, benim hayatım roman’ diyenlerle
karşılaşır. Gerçekten de en sıradan olanın bile bir cazibesi
vardır. Ama onu nasıl bir dil ve kurguyla anlattığınız çok
önemlidir. Anılarını yazmadan önce yaratıcı yazarlık kurslarına
gidenlerin doğru yolda olduğunu söyleyebiliriz. Anlatmak, sadece
anlatmak eğer Knausgaard değilseniz, iyi sonuç vermeyecektir.
Aslında gerçek bir yazar olmanın temel koşulu, Orhan Pamuk’un
vurguladığı gibi ‘Kendini bir başkasının yerine koyabilmek’tir.
Yani edebiyat, gerçeklikten çok hayali olana, hayal kurabilme
becerisine yaslanır. Gerçek ve yaşanmış olanın ise ilk bakışta daha
‘garantili ve kolay’ bir yanı vardır.
Oysa gerçek bir hikayeyi anlatmak, hatırlamak, dürüst olmak ve
itiraf edebilmek gibi pek çok güçlük barındırır. Ostby kardeşlerin
hafıza konulu kitabında
anlatıldığı gibi, zihnimiz bizi çoğu kez yanıltır.
Neredeyse emin olduğumuz hatıralarımızın aslında tam da işimize
geldiği gibi kurgulanıp aklımıza kaydedildiğinin farkında bile
olmayız. Dolayısıyla hatıralardan yararlanan bir gazeteci ya da
tarihçinin birinci görevi, onu başka hatıra ya da belgelerle
karşılaştırmaktır. Zaten, her hatıra kitabında farklı düzeylerde de
olsa mutlaka manipülasyon vardır. George Bernard Shaw, “Bütün
otobiyografiler yalandır” demiş. “Hiç kimse daha hayattayken kendi
hakkında gerçekleri anlatacak kadar kötü değildir. Çünkü
anlattıkları ailesi, arkadaşları, meslektaşları hakkında gerçekleri
de içerir.” Ne başkalarını kırmak, şu dünyadan kırgınlıklar
bırakarak göçüp gitmek isteriz ne de kendi yediğimiz herzeleri
anlatıp, şanımıza gölge düşürmek. Ne de olsa herkes bu dünyada
kalıcı olmak ister, ölüm karşısında en temel zaafımız bu. O nedenle
pek çok anı kitabı, anlatıcının kendisini öve öve bitiremediği,
çevresine boncuklar dağıttığı ya da açık hesapları kapatıp intikam
saçtığı metinlere dönüşür. Oysa iyi bir anı kitabının olmazsa
olmazı ‘itiraf’tır. Okur, ancak yeterince itiraf görürse o metnin
dürüst olduğuna ikna olur. Bu itiraflar gazetelere manşet olacak
denli önemli mevzular da olabilir, küçücük bir pişmanlık da… Hiç
kimse peygamber değildir ve eğer geçmişteki hatalarınızı,
korkaklıklarınızı, ihanetlerinizi anlatacak cesaretiniz yoksa,
kahramanlıklarınızdan ve başarılarınızdan söz etmenizin de pek
anlamı kalmaz.
İngiliz biyografi yazarı Blake Morrison’a göre insanlar çok
farklı sebeplerle anılarını yazar. Özellikle ünlü insanlar
‘hırsından’, toplumsal değişimi etkilemeye niyetli olanlar
‘propaganda’ için, tarihe kayıt düşmek isteyenler ‘belge’ olsun
diye... Herkesin eli kalem tutmadığı için zaman zaman gölge
yazarlardan yararlanılır. O da zor ve uzun bir iştir ve bu nedenle
bizde ‘nehir söyleşi’ gibi daha pratik bir çözüm bulunmuştur.
Genelde ünlü bir kişi olan anlatıcının sesini koruduğu ve kolay
okunduğu için iyi de bir yöntem olduğu sanılır. Oysa, kolay
okunduğu tamamen bir yanılgıdır. Bir gazete sayfası uzunluğunda
söyleşi, düz yazıdan daha kolay okunur. Sorulara bakıp
atlayabilirsiniz… Ama bir kitap uzunluğunda söyleşiyi, sayfaları
atlamadan okumak sanılandan çok daha zor ve sıkıcıdır. İster
istemez tekrarlar, konunun etrafında gezinmeler, sohbete has konuya
aykırı cümleler kalır. Planlı, iyi kurgulanmış, ne anlattığını iyi
bilen tek bir metin, sorularla bölüne bölüne giden bir söyleşiden
her zaman çok daha etkilidir. Nitekim, Türkiye’de sık sık denense
de nehir söyleşinin popüler olmuş örnekleri çok çok azdır. Çağdaş
anı ve otobiyografiler içinde de çok satan ne kadar var? diye
sorabilirsiniz. Buna yanıt olarak hatıradan itirafa her şeyi
dozunda kullanan, harika bir dille yazılmış Bir Dinazorun
Anıları’nı (Mina Urgan) hatırlatabilirim…
Bizde anı yazma geleneğinin hiç olmadığını da söyleyemeyiz. İş
Bankası Kültür Yayınları’nın hatıra külliyatına bakmak yeter. Evet,
Birinci Dünya Savaşı’na katılan İngiliz ordularında her askerin
cebinde bir defter varmış ve milyonlarca anı bırakmışlar geride.
Bizde bu işi subaylar üstlenmiş. Ama Cumhuriyet’in kuruluşunun
üstünden neredeyse yüz yıl geçtikten sonra görüyoruz ki o kuşağın
insanları yaşadıkları muazzam dönüşümün farkındaymış ve epey belge,
not ve hatıra bırakmış geriye. Bu kitaplara tarihi bir belge olarak
da gösterilen ilginin daha çağdaş metinlerden esirgendiğini
söyleyebiliriz. Sanıyorum bu ilgisizlik nedeniyle yeterince güncel
hatıra okuyamıyor, çağdaşlarımızın hayatları konusunda pek az
kaynağa ulaşabiliyoruz. Okuduklarımız da kişisel propaganda ile
malul oluyorlar…