Malum yine ziyadesiyle aksiyonlu bir haftayı geride bıraktık.
Taammüden yalnızlaştırılmış Türkiye’nin gamlı insanlarıyız; ne
geçmişin iltihaplarından ne de güncel sınamalardan kaçış yok. Hepsi
üzerimize aynı anda kamyonlarca boca edilince odağı kaybetmemek
kolay değil de…şerbetli olduğumuzdan mıdır nedir hemen de
toparlanıyoruz şükür.
Yılların – Ermeni diasporasının yanı sıra devletimizin kendi
eliyle büyütüp devasa bir çıbana dönüştürdüğü- ulusal korkusunu
geçen hafta sonu tam da böyle yendik sanki. Aşı sırası bu sene
bitmeden gelir mi, korona kapanması sırasında işsiz kalır mıyım,
kredi kartı borcunu bir tur daha taksite böldürsem iki ayı daha
hacze düşmeden geçirebilir miyim, kızın sütüne bu hafta yeni zam
gelmiş midir gibi hakiki dertlerimizin arasında ABD’nin 46. Başkanı
Joe Biden’ın Ermeni soykırımını tanımasını çok da şey edemedik
açıkçası.
Nitekim devletin başı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da
sanıldığı kadar şey etmiş görünmedi. Biden’ın 24 Nisan’ın 106.
yıldönümünde yayınladığı ve “Her yıl bugün Osmanlı
dönemindeki Ermeni soykırımında hayatını kaybedenleri
anarız…” diye başlayan açıklaması karşısında
“Eyyy….” diye başlayan cümleler kurulmayacağı
olaydan bir gün önce anlaşılmıştı. En kötü haberlerin önceden
bizzat haberin birincil muhatabının yüzüne söylenmesi gibi bir
gelenek var Amerikan diplomasisinde. Dolayısıyla Biden’ın 24 Nisan
açıklamasında Ankara’nın 50 yıldır engellemeye çalıştığı o ifadeyi
kullanacağını söylemek için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı aramasında bir
olağanüstülük yoktu. Olağanüstü olan Biden’ın kendisinden koltuğa
oturduğundan beri (tam olarak üç aydır) beklenen telefon görüşmesi
için ahizeyi ancak “soykırım diyeceğim haberin
olsun” bildirimi için kaldırmış olmasıydı. Ukrayna krizi
için dahi ulu orta ve hilafsız “katil” diye nitelendirdiği Vladimir
Putin’i aramış ama Karadeniz’e en uzun kıyısı olan NATO müttefiki
Türkiye’nin başını aramaya zahmet etmemişti.
Buna rağmen 23 Nisan akşamında Beştepe’nin Erdoğan-Biden
telefonu hakkında yaptığı yazılı açıklama Beyaz Saray’ınkinden
dramatik biçimde farklı olmadı. Karşılıklı çıkar ilişkileri
temelinde iş birliğinin genişletilmesi amacıyla birlikte çalışmanın
önemi konusunda mutabık kalınmıştı. Bir de şükürler olsun ki iki
lider sonunda haziran ayındaki NATO zirvesi marjında yüz yüze
görüşecekti, daha ne olsundu, bundan iyisi Şam’da kayısıydı! Zaten
bu gidişle iki lider yakın gelecekte Şam’da Esed/Esad’la birlikte
kayısı yetiştirme işine girerlerse ona da kimse şaş
kalmayacaktır.
23 ve 24 Nisan türlü yazılı açıklamalarla geçiştirildikten sonra
Erdoğan sahneye ancak 26 Nisan’daki kabine toplantısının ardından
çıktı. Zaten o noktada Türkiye kamuoyunun asıl dikkati Erdoğan’ın
kontrol altına alınamayan salgının son dalgasını kırmak için
açıklayacağı tedbirlerdeydi. Türkiye’de ilk COVID-19 vakasının
tespit edildiğinin açıklanmasından tam 13.5 ay sonra Erdoğan
nihayet “tam kapanma” ilan ediyordu. İngiliz devlet adamı David
Lloyd George’un İngilizceye hediye ettiği o meşhur lafı kullanmanın
tam da sırasıydı: çok az ve çok geç.
Erdoğan söz konusu açıklamasına 10 sene önce kendi evinde terlik
giydirip çay ikram ettiği eski dostu Biden’a sitemini dile
getirerek başlamıştı aslında. “Biden bir asır önce yaşanmış
olaylarla ilgili mesnetsiz ifadeler kullanmıştır, bizi ziyadesiyle
üzmüştür” demişti.
Ancak Erdoğan konuyu bağlarken sözü Biden ile haziranda yapmayı
kararlaştırdıkları yüz yüze görüşmeye getirip yeni bir dönemin
kapılarını aralayacaklarına inandığını ekleyince sosyal medya
haliyle coştu. Dakikalar sonra ABD ile ilişkileri yakın takip eden
bir dostumdan bir mesaj düştü. Mesajın ekinde bir Twitter
kullanıcısının (@sonersnr0) mesajının ekran görüntüsü vardı. Mesaj
ise şuydu:
“İncirlik yerine ülkeyi kapattı.”
@sonersnr0 haksız değildi. Senelerdir her 24 Nisan öncesi bir
ABD başkanının Ermeni Soykırımı'nı tanıması halinde Ankara’nın
vereceği sert tepkileri sıralayan yetkili bilgili ağızlar en üst
sıralara hep İncirlik Üssü’nü koymaktaydı. Türkiye toplumunun büyük
bölümüne hayret etme duygusunu uzundur unutturdular ancak yine de
göze batıyordu işte Erdoğan’ın ABD karşısında beklenmedik ölçüde
alttan alan bu hali.
Erdoğan’ın söz konusu açıklamalarından iki gün sonra Anadolu
Ajansı’na bir haber düştü. Milli Savunma Bakanlığı kaynakları
Adana'daki İncirlik Üssü'nün Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) ait
Hava Kuvvetleri üslerinden biri olduğunu, üzerindeki tüm tesislerle
birlikte mülkiyetinin Türkiye Cumhuriyeti devletinde bulunduğunu
belirtiyordu. Bir de üsteki belirli tesislerin kullanımının,
Türkiye ile ABD arasında 29 Mart 1980'de imzalanan Savunma ve
Ekonomik İşbirliği Anlaşması’na (SEİA) göre yürütüldüğü eklenmişti.
Bu kadar!
Yani eğer AA’ya bu tarz bir haber yaptırılmasındaki maksat
Washington’a “istersek anlaşmayı askıya alırız”
mesajı vermektiyse o kadar düşük bir tondan yapılmıştı ki duyan
gören olmuş muydu belli değil.
Biden’ın soykırım açıklamasından sonra Washington’da süreci
takip eden kaynaklarımla yaptığım görüşmelerden anladığım
Türkiye’nin ABD Büyükelçiliği 24 Nisan’dan sadece birkaç gün
öncesine kadar Biden’ın bu adımı atmasına ihtimal vermiyormuş. Bu
türden bir öngörüsüzlükle girmekte olduğumuz yeni türbülanslı
süreçlerin nasıl yönetileceği muamma. Zira Biden’ın beyin takımının
kendisine S-400’ler gibi diğer krizli dosyalarda da soykırım
meselesinde olduğu gibi tavizsiz durma yönünde taktik vermeyi
sürdürdüğü belirtiliyor. Belli ki Blinken-Sullivan ekibi Erdoğan
üzerinde Trump değil Putin taktiğinin işlediği konusunda Biden’ı
işlemeye devam edecek.
Türk-Amerikan ilişkilerine bu 24 Nisan’da da bir şey olmadığına
göre iki başkentin her hal ve şartta beraber çalışmanın yöntemini
bir şekilde bulacağı tezini savunan reel politikçiler haklı
çıkmakta olabilir. Öte yandan bu hafta içinde çok sayıda felaket
tellallığı yazısı da okudum ancak mesele üzerine kalem oynatanların
arasında bir kişi beni samimiyetiyle derinden yakaladı. 28 Nisan’da
Gazete Pencere’de yayınlanan sütununda emekli Türk Büyükelçisi Kaya
Türkmen şöyle yazmıştı:
“1915’te Anadolu’da bin yıldır yerleşik olan Ermenilere
yaşatılan felaketin boyutlarını görmezlikten gelmek ve bunu Birinci
Dünya Savaşı koşullarında vuku bulan başka trajedilerle bir tutmak
mümkün değildir. Çünkü burada söz konusu olan bir Devletin kendi
vatandaşlarına reva gördüğü muameledir.
Bugüne kadar yürütülen mücadeleyi bir de ‘alnımıza
soykırımcı damgası vurulmasın’ diye verdik. Oysa insanlığa karşı
suçların bütün bir millete mal edildiği görülmüş duyulmuş değildir.
Soykırım gibi bir suçtan ancak o soykırımın failleri sorumlu
tutulur. Türk milleti değildir sorumlu olan. Zaten bizi millet
olarak suçlayan da yok.”
Ömrünün üçte ikisini Türkiye’nin temsiline adamış bir diplomatın
1915’te Osmanlı’yı idare edenlerin Ermeni halka reva gördüğü
muameleyi reddetmesi, Türk Dışişleri personeline 10 yıllardır
verilen “sonuna kadar inkâr” talimatını eleştirmesi ve tüm bunları
kapalı bir dost meclisinde değil bir gazete yazısıyla paylaşması o
kadar kıymetli ki…
Yüzleşme cesaretini gösteren her kimse üzerine söz söylemek
yerine “darısı çoğunluğun başına” deyip çekilmek lazım.