90’lı yıllardaki “İner Misin Çıkar Mısın?” yarışma programını hatırlar mısınız? İnsanlar, sözde alkış sesine duyarlı hidrolik bir platform üzerinde türlü şaklabanlıklar yapardı. Seyircinin alkışla bir anda yukarı çıkardığı yarışmacı, kendisini aniden tepetaklak aşağıda bulabilirdi. Rahmetli Boran Kaya sunardı. Ben "başkası adına utanmak” duygusunun nasıl bir şey olduğunu ilk olarak o programda idrak etmiştim. “İnsan neden para ya da başka bir güdü için kendini böylesine rezil eder” sorusu üzerine genç aklımla çokça kafa patlattığımı hatırlıyorum. Aradan 25 yıl geçti, yaşananlara ilişkin bir sürü yerli yersiz siyasal yorumum var belki ama bu sorunun yanıtı benim için hala bir muamma. Freud’un bilinçdışını, biyolojik dürtüleri öne çıkartan açıklamalarını, Marx’ın birey bilinç ve tercihlerinin siyasal düzen, ekonomik sistem tarafından belirlendiği söylemlerini anayasa gibi kabul etmekle birlikte; insanın statü, para, koltuk sevdası için kendini soktuğu türlü hallere giden süreçlerde zihinsel açıdan neler yaşadığı benim için hala kara kutu. Misallerle meramımı açmaya çalışayım.
Olay yaşandığı sırada 80 küsur yaşında olan Erdoğan Demirören gibi acayip servete sahip bir iş insanı, neden gücün karşısında hüngür hüngür ağlar telefonda mesela? Milas’ta CHP’den AKP’ye geçen Barış Soylak, AKP lideri ile telefonda konuşurken neden kendisine oyuncak alınmış çocuk edasıyla heyecanlanır, hoplar zıplar, “Reisim” diye çığlıklar atar? Mazhar Alanson neden sahnede el pençe divan durur, kolunu bacağını nereye koyacağını şaşırır? Boğaziçi Üniversitesi’nde 7 ay boyunca her gün kendisini kabul etmeyen öğrenci ve hocalara karşı şiddet uygulamaktan çekinmeyen ex-rektör, akşam evine gittiğinde ne düşünür, bu derece nefret ögesi olmasını zihin dünyasında nasıl meşru zemine oturtur? Aynı üniversitede rektör yardımcısı olan zat, çocukların “Hocam hiç utanmanız yok mu?” sorusuna “Bir düşüneyim” dedikten birkaç ay sonra o makama vekaleten atanınca öğrencilerinin yüzüne nasıl bakabilir? Bilgi Üniversitesi’nin “efsane” hocası, yıllarca bakanlık yaparak sistemin ana dişlisi olan Nabi Avcı, AKP’nin teorisyeni olmaktan nasıl hicap duymaz, hangi duygu ve düşünceler onu bu somut ve basit hesaplaşmadan alıkoyar? Ali Bayramoğlu o şampanyanın bedelini nasıl kendine anlatır? Milletvekili, bakan, belediye başkanı kalabilmek için her şeye gözlerini kapayanlar gönül rahatlığıyla yaşamaya nasıl devam edebilir? Hadi bir örnek de ana muhalefet partisinden verelim, “gelecek için” sol muhalif kanadı temsil ettiğini iddia eden bir siyasetçi nasıl olur da kendisine Genel Sekreterlik makamı verilince bir anda tornistan döner ve müesses parti nizamının ana dişlisi olur, o zamana kadar beraber yol aldığı arkadaşlarının yüzüne bakarken hiç hicap duymaz mı? Son ve belki de en duygusal soru: Bunların hiçbirinin evladı, torunu akrabası yok mudur, toplu rezil olma seansı içinde olduklarını bilemeyecek kadar şuursuz olabilirler mi cidden?
İki haftadır ne yazık ki mazoşistçe Bahçeli’nin meclis konuşmalarını izliyorum. Aynı soruların farklı türevleri beynimi kemirmeye başladı. Böylesi sürdürülebilir nefret diline sahip olabilmesi için nasıl bir çocukluk geçirmiş olabilir acaba? Niye herkese düşman? Hiç güldü mü? Hiç mutlu oldu mu? Hiç sevdi, sevildi mi? “Alp Er Tunga öldi mü? Issız ajun kaldı mu? Ödlek öçin aldı mu?”
Siyasi neden ve analizlerden azade deli sorular beliriyor kafamda. Tekrar ediyorum, reel siyasal konjonktür gereği elbette bunun ve benzer örneklerin açıklanabilir gerekçeleri olabilir, hepimiz karınca kararınca çözmeye çalışıyoruz yaşananları zaten ama Bahçeli kafasını yatağa koyduğunda, zamanında “Erdoğan ve AKP, milli güvenliğimiz için en az PKK kadar tehdittir” demiş olmasının muhasebesini yapıyor mudur ben bunu merak ediyorum. “Yapmıyordur ne safsın yahu” dediğinizi duyar gibiyim, haklısınız çünkü zihinlerinin o bölgesi muhtemelen kullanılamaz durumda. Koca ve vahşi bir sistemin ana aktörü, yönetim kademesinde üst düzey statü sahibi olmanın dayanılmaz hazzı, anlık siyasal hesaplaşmalar, paha biçilmez koltuk sevdaları; beynin muhasebe, kalbin de haysiyet düğmesini bir daha hiç açılmayacak derecede kapanmasına neden oluyor anlaşılan.
Bütün bu “başkası adına utanılacak” örnekler, muhafazakâr ve ahlakı her daim kutsayan bir iktidar döneminde yaşanıyor. Yaptıkları her eylemin kendi hedef kitlelerine dönük bir açıklaması var. Ahlak, din, milli hassasiyetler gibi son derece muallak kavramların yanına, bayrak ve bekaa eklenince de akan sular duruyor. Oysa gündelik yaşam pratikleri içinde, yukarda sıralanan utanılası örneklerde açıkça görülebileceği gibi, ahlak yerini kocaman bir hiçliğe, haysiyet yerini içi boş hamasete, muhafaza etmeye dayanan muhafazakarlık ise yerini vahşi yıkıcılığa bırakmış durumda. Sokak röportajlarına ya da oy oranlarındaki düşüşe bakınca görülüyor ki, insanlar, tıpkı Namuslu filmindeki o ünlü “Meğer namusuzmuş namuslu” cümlesi misali, “ahlaksızmış ahlakçılar” demeye yavaş yavaş da olsa başladı. Hayatlarını muhafazakarlarla mücadeleye adamış devrimciler, demokratlar bu kavramların asıl sahibiymiş meğer. Validebağ’da, Kaz Dağları’nda, 128 milyar doların hesabını sormada, Boğaziçi direnişinde, muhafazakarların aslında içini boşaltmaya çalıştıkları ülkenin geleceğine bu “gomünistler” sahip çıkıyorlarmış. Kavramları, değerleri tarumar eden iktidarın; sistemin devamlılığı, kural tanımazlığı, hırs, para, koltuk sevdası nedenleriyle “Muhafaza” etmek de, sizler adına utanmak da yine bizlere düşüyor… Tıpkı İner Misin Çıkar Mısın? yarışma programında olduğu gibi tek bir irade, birilerini bir gecede indiriyor, sonra bir gecede tekrar çıkartıyor, sonra yine indiriyor... Ben de hala safça beyhude sorular sormaya devam ediyorum: Ha bire inen çıkan bu insanların, yüzüne bakacağı hiç ailesi, arkadaşı, komşusu yok mudur?