İnkılapçı abiyle Pazarola Hasan arasında: Erken Cumhuriyet’in Kültür Haritası
Derya Bengi ve Erdir Zat’ın hazırladığı “100. Yılında Cumhuriyet’in Popüler Kültür Haritası-1 (1923-1950)” Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı.
Derya Bengi ve Erdir Zat’ın hazırladığı “100. Yılında Cumhuriyet’in Popüler Kültür Haritası-1 (1923-1950)” Yapı Kredi Yayınları etiketiyle okurla buluştu. “Her savaştan bir yara” alt başlığıyla yayımlanan kitap siyasal, askeri ve ekonomik gelişmeleri göz ardı etmeden, tek partili dönemin kültürel hayatına odaklanan bir ansiklopedi niteliğinde.
27 yıllık süreçte toplumsal hayatta yaşananları alfabetik sırayla madde madde ele alan kitabı küçük bir ansiklopedi olarak görmek mümkün. Ancak kitabın odak noktası isminden anlaşıldığı üzere bu sürecin popüler kültür haritasını ortaya koymak. Savaştan çıkan yorgun bir ülkenin hem inkılap sürecine hem de teknolojik gelişmelere nasıl uyum sağladığı konu edilmekte. Nitekim bu sebeple kitabın alt başlığı sözü ve bestesi Saadettin Kaynak’a ait olan, Safiye Ayla’nın sesiyle dinleyiciyle buluşan Yanık Ömer türküsünden geliyor. “Yanık Ömer her savaştan bir yara taşıyor / Yiğit Ömer övünmeden yaşıyor” Derya Bengi’nin bu türküyü okuması şu şekilde: “Cepheden çıkan Ömer doğruca köyüne koşup yavuklusuyla evleniyor, kolaylıkla Cumhuriyet diye okunabilecek bir düğünün, bayramın, şenliğin kollarına bırakıyor kendini.” Tabii, kısa zaman sonra II. Dünya Savaşı’nın patlak vereceğini de ekliyor. Buradan yola çıkan kitap, sunuş bölümünde belirtildiği üzere “Cumhuriyet tarihinde siyasetin ana istasyonlarına uğramayı ihmal etmeden, yolda pencere kenarından gözüken manzarayı seyredecek, gündelik hayatın küçük zevk ve alışkanlıklarına, ayrıntılarına eğilecek. Toplumsal olay ve olguların farklı yorumlarının, değişen anlamların peşine düşecek.” Yani “kanun, darbe, nutuk ve demeçlerle birlikte ve onlardan öte, onlara bağlı ve onlardan gayrı, fabrikalar, şarkılar, uçaklar, heykeller, filmler, makineler, parklar, sofralar, apartmanlar, tramvaylar, paralar, kumbaralar, gazeteler, karikatürler, karneler, kokular, tatlar, plajlar, saçlar, çoraplar, romanlar, doğanlar ve ölenler gelip geçecek.”
Bu dönemin popüler kültürünü bilhassa romanlar üzerinden dolaylı olarak takip etmeye alışkınız. Nitekim kitabın sıkça başvurduğu kaynaklardan biri roman, öykü, şiir gibi edebî metinler, öbürü ise günlük hayatın fotoğrafını çeken gazete metinleri. İçeriğe yönelmeden önce şu noktayı görmekte fayda var: Türkiye coğrafyasında inkılap sürecinin başlangıç noktası Cumhuriyet Dönemi değil, bu dönem tarihsel süreçte yerleşen veya yerleşmeyen inkılapların hız kazandığı, devlet politikası haline geldiği bir dönem. Osmanlı, Batı’yla arasında açılan uçurumu erken dönemde fark etmiş, çareler aramaya başlamıştır. Henüz 17. yüzyılda bu minvalde kaleme alınan Koçi Bey Risalesi’ni hatırlayalım. Eski dönem reçeteler din-i mübin-i İslâm’dan uzaklaşmamak üzerine. II. Mahmut’un yeniliklerinin, bilhassa sarığı yasaklamasının ise adını gâvur padişaha çıkardığını anımsayalım. Yine de Cumhuriyet rotasına en uygun yenilik hareketleri Abdülhamit döneminde gerçekleşmiştir. Bu bağlamda Selim Deringil’in “İktidarın Sembolleri ve İdeoloji-II. Abdülhamid Dönemi (1876-1909)” kitabı ufuk açıcı olacaktır. Demir yolu projelerine ağırlık verme, karma eğitim, Türklük vurgusu hep bu dönemin ürünüdür. Öte yandan Avrupa’ya Osmanlı’nın büyüklüğünü gösterme kaygısı ciddi borçlarla katılım sağlanan fuarlar üzerinden okunabilir. Yönetim sistemine gelirsek, tek partili dönemde de aynı şekilde devam etmiş. Padişah fermanı yok ancak devlet büyüklerinin nutukları yahut emirleri fermandan keskin nitelikte. Kitaptan örnek vermek gerekirse Mustafa Kemal’in Öz Türkçe bir nutuk vermesi üzerine tüm aydınlar Öz Türkçe yazmaya başlamış, hatta bazı gazeteler kelimelerin eski isimlerini parantez içinde vermek zorunda kalmış. Zaten, o dönemde gazeteler bir emirle “yasal yollarla” kapanmakta, aydınlar yargılanmakta, hapse atılmakta yahut sürülmekte fakat bir şekilde CHP iktidarı tahsis edilmekte. Para basımı örneğinde görüldüğü üzere Mustafa Kemal’in yerine geçme hevesinde olan Millî Şef aynı otoriteye sahip olamasa da aynı çizgide. Modernleşme ise bir türlü tutmaz. Bunun en belirgin örneği Gazi’nin vefatından sonra gerçekleşen New York Dünya Fuarı. Türk Tarih Tezi’ni yansıtacak şekilde oluşturulan Türk pavyonunda en çok satılan ürün sanat eserlerinden ziyade Hacı Bekir lokumları ile Türk sigarası olmuş. Türk el işlerini yabancılar beğenmemiş, halılara dahi Acem taklidi gözüyle bakmış, nitekim haklı olduklarını fuarı organize edenler kabul etmekte. “Seyyah Celbi” maddesinde ise turistlerin iki üç gün kaldığı İstanbul’da Ayasofya gibi birkaç tarihi duraktan sonra arka sokaklardaki sefaleti gördükleri, Beyoğlu eğlence âlemini tattıkları, çalgı çengiyle göbek atan çingenelerin icraatını Türk dansı sandıkları belirtiliyor. Dikkatli gezginler ise kültürel anlamda şehrin bir tarafının Avrupa, öbür tarafının Asya olduğunu belirtmekte. Mustafa Kemal büstleri, anıtlar, türlü mimari yapılar dahi bu “en millî dönemde” yabancı elinden çıkmış. Hatta İtalyan bir sanatçının elinden çıkan Taksim’deki anıt Türk heykeltıraşlarının alay konusu olmuş. Övünç kaynaklarımız ise “beyaz ırkın özelliklerini” yansıtan Keriman Halis’in dünya güzeli seçilmesi yahut güreşçilerimizin aldığı madalyalar. İçeriye gelirsek tam bir kaos hâkim. Cemal Nadir’in “Amcabey” karikatürünü aratmayacak türden inkılapçı abiler hem idari kadroda hem de gazete köşelerinde naylon çoraptan alaturka müziğe kadar her konuda görüş bildirmekte. Bütün bu meseleler tek sorun etrafında şekilleniyor: Türk nasıl olmalıdır? Bu müphem tanım üzerinden kültürel hayata dahil olan yenilikler sorgulanıyor. Yeniliklerle beraber kültürümüze yerleşen alaturka müzik gibi kavramlar da masaya yatırılmış. Hatta alaturka müzik iki sene yasaklanıyor. Bir tarafta ise operet, müzikal, sözlü film, sessiz film gibi sanat kolları üzerinden çeşitli tartışmalar mevcut. Bu tartışmaların odak noktalarından biri de azınlıklar: Ermenilerin Ermeni artistleri, Yahudilerin İspanyolca şarkıları alkışlamaları şiddetle eleştiriliyor. Bilhassa Nazi rüzgârları estiği zaman eleştirilerin ayarı kaçıyor. Tokatlıyan Oteli’ne gamalı haç asıldığı için azınlıkların otele gitmemesine Türk aydını anlam veremiyor! Bu yetmiyor, azınlıkların yaşadığı yerlerin isimleri de değiştiriliyor. Misal, Tatavla bir anda Kurtuluş oluveriyor. Bugün Kurtuluş’a gidersek, “Bozkurt, Ergenekon” gibi tabelalar göreceğiz. Turancı isimlerin azınlık mahallelerine verilmesi tesadüf olmasa gerek. Öte yandan sol görüşe baskı da hız kesmiyor: Başta Tan gazetesi olmak üzere sol temayülü olan yayın organlarına yapılan saldırılardan mürekkep “Tan Olayı” buna örnek. Aziz Nesin’le Sabahattin Âli’nin çıkardığı eleştiri ağırlıklı mizah dergisi Markopaşa’nın bir anda 60.000 adet satması, derginin kapatılarak Merhumpaşa, Malûmpaşa gibi isimlerle yayın hayatına devam etmesi ancak yazarların hapse atılması, özetle Âli’nin katline giden süreci unutmamalı. Varlık vergisi zulmü, bu zulümde inkılapçı abilerin Yahudi vatandaşları hedef göstermesi, çizilen ırkçı karikatürler de unutulmamalı. Unutmayacak çok şey var, bu terazi bu sıkleti çekmiyor bazen.
ALATURKA MÜZİK GAZİNOLARDA OKUNMALI MI?
Kültürel hayat oldukça karışık, devlet politikasına göre çark etmeyi şiar edinen inkılapçı abiler her meseleyi yazıyor… Alaturka müzik gazinolarda okunmalı mı okunmamalı mı? Kadınlar naylon çorap giymeli mi giymemeli mi? Itriyata hangi ismi vermeli? Türk gençliğini hangi modadan korumalı?.. Gençliğin korunması gereken iki moda göze çarpıyor: İlki “bobstil” diğeri “flapper.” Gençliğin özgürleşme talebi olarak okunabilecek “bobstil” yahut “bobsitil”, erkekler için uzun ceket kısa pantolon giyip omuzları düşürerek yürümek. Kadınlar için ise kısa etek, mantar topuk ayakkabı, denilebilir. Bu moda Orhan Veli şiirine de konu olmuş: Gel benim altın dişlim / Sürmelim, ondüle saçlım, yosmam / Mantar topuklum, bopsitilim, gel. “Flapper” ise kadın hareketinin bir parçası olarak görülmeli. “Omuzdan dize kadar dökülen, bel çizgilerini ortadan kaldıran, dans adımlarına uygun” bir kıyafet tarzı. Türk kadınlarının bu modayı benimsemeleri zor olmamış zira Bolşevik ihtilalinden kaçan Rus kadınlar sağlık gerekçelerinden dolayı saçlarını kısa kestirdiği için farklı tarzda eşarplar takarak Türk kadınları arasında “Rusbaşı” modasını zaten başlatmış. Öte yandan “flapper” kadın özgür davranan kadını imliyor. Zira “gelenekleri terk edip alışılmadık biçimde giyinen, kısa saçlarının ortaya çıkardığı yüz hatlarını makyajla daha da belirginleştiren, uluorta sigara içip kokteyl yudumlayan” kadın olarak tasvir edilmekte. Zaten kadınların sokakta sigara içmesi dahi inkılapçı abilerin üstünde durduğu bir konu. Tıpkı kadınların “daktilo” olarak çalışmaları gibi. Bir diğer nokta da ihtilalden kaçan Rus kadınların “haraşo” ismini alarak Beyoğlu gece hayatını değiştirmeleri. Öyle ki bazı kadınlar kocalarını baştan çıkardıkları, toplum hayatını zehirledikleri için onların aleyhine dilekçe dahi sunmuş. İstatistiklere bakıldığında o dönem çalışan gayrimüslim seks işçisi sayısı Türk seks işçilerinin sayısından çok daha az. Zaten haraşolar seks işçisi olarak çalışmıyor, eğlence sektöründeler. İlginçtir ki hem devlet hem de kadın hareketine tavır alan abiler haraşoları destekliyor.
SABİHA SERTEL VE NEZİHE MUHİDDİN'İ UNUTMA
Yine bu dönemde Sabiha Sertel gibi feminist yazarları, türlü baskılarla kapatılacak Kadınlar Halk Fırkası’nın kurucusu Nezihe Muhiddin gibi aydınları unutmamalı. Bilhassa Sertel’in “Cici Anne” köşesinde kadın okurların mektupları üzerinden onların dertlerini dinlemesi ve onlara cesaret vererek kadın hareketini desteklemesi önemli. Bununla beraber, gazetelerdeki anketler normları yıkmayı kolaylaştırıyor. Türlü suçlar atfedilen sanat insanları bazen bu anketlerin ağırlığıyla bazen de mahkemelerdeki aydın bilirkişilerin raporları sayesinde idari kadrolardaki inkılapçı abilerin suçlamalardan kurtuluyor.
Kısaca, azınlıklara ve sol görüşe sistematik baskı, feminist harekete ataerkil tavır, müphem bir Türklük tanımı, bu tanımdan şekillenen müphem bir edep ile halk yaşantısına pek de uymayan bir modernleşme söz konusu. Son hususa dair kanaatimce şahane bir örnek var: Pazarola Hasan Bey. Bu zat, genetik bir hastalık sonucu cüce doğmuş, başı gövdesine göre büyük olan bir meczup. Öte yandan Rufai tarikatına mensup. Mahallesinde dolaşırken herkese “Pazar ola!” diye diye bu lakabı almış. Öte yandan mahalleli onu uğurlu olarak görmekte ve ona manevi bir yön atfetmiş. İbrahim Alaeddin Gövsa ve Yavuz Selim Karakışla’ya göre inkılapların en sert sürecinde vefat etmese muhtemelen “Telli Baba” gibi bir türbesi olacaktı.
"Babası Abdullah Efendi araba kazası sonrasında durgunluk geldiğini anlatır: ‘Mamâfih ziyaretçileri eksik değil. Allah râzı olsun, Türk’den, Yahudi’den, Rum’dan, Ermeni’den her gün birçok ziyaretçiler gelip ellerini Hasan’ımın ellerine sürüyor ve o günkü kârlarının açık olması için onun duasını alıp gidiyorlar.’”
"Görüldüğü gibi bu toprakta yaşayanlar zaten kendiliğinden kaynaşmış ve ortak değerlerini kendileri inşa etmiş. Teknolojik yenilikler ne kadar alıp başını yürüse de Adorno’nun tabiriyle “sağ radikalizm” bin çehreye bürünse de adını koymakta zorlandığımız, hatta adı belki de konulmaması gereken bir iklim var. Belki bu iklimdir mayamız, bilmiyorum. Bildiğim, en azından okumalarımdan çıkardığım ise günümüze kadar sirayet eden türlü önyargıların, türlü huzursuzlukların, türlü meselelerin aslında suni diretmelerden, propagandalardan, kısaca sağ radikalizmin sistematik söyleminden kaynaklandığı… Üstelik yüz yıllardır hız kesmiyor!