İnşaata dayalı büyüme modeli ve servet dağılımı adaletsizliği

Türkiye’de AKP iktidarı altındaki 17 yılda servet üretiminin çok büyük oranda gayrimenkul üzerinden gerçekleştiğini göz önünde bulundurursak Türkiye’deki servet üretiminin de servet dağılımındaki eşitsizliğin de en büyük kaynağının gayrimenkul olduğunu söyleyebiliriz.

Abone ol

K. Murat Güney*

AKP iktidara geldiği günden bugüne 17 yıldır Türkiye’de inşaat ve emlak sektörü odaklı bir ekonomik büyüme modelini benimsendi. Bu model, bir yandan ulusal ekonomik büyümeyi hızlandırmayı hedeflerken bir yandan da TOKİ eliyle alt ve orta-alt sınıfların konut edinmesini ve böylece bu ekonomik büyümenin faydalarının adil bir biçimde dağıtılmasını amaçlıyordu. Peki inşaat ve emlak sektörü odaklı bu büyüme modeli ve kentsel dönüşüm projeleri gerçekten de hedeflendiği ve öngörüldüğü gibi üretilen servetin yıllar içinde toplumun tüm kesimleri tarafından eşitlikçi bir biçimde paylaşılmasını sağlayabildi mi? Geçtiğimiz ay güncel verileri yayınlanan TÜİK’in “Gelir Dağılımı ve Yaşam Koşulları” araştırması ile Credit Suisse’in “Küresel Servet Raporu”nu yorumlayan bu yazı işte bu sorunun cevabını arıyor.

KENTSEL RANT ÜRETİMİ

TOKİ eliyle gerçekleştirilen kentsel dönüşüm projeleri her ne kadar kâğıt üstünde yoksullara modern konut edindirme amacı gütse de esasında amaçlanan kayıtdışı gecekondu yapımına son verip konut sektörünü kayıt altına almak, buradan servet yaratmak ve konutu finans piyasasına entegre etmekti. Konutun finansallaşmasıyla beraber gecekonduların yerini tapuda kaydı olan, resmi olarak alınıp satılabilen ve dolayısıyla serbest piyasa kapitalizmi açısından “değer” üreten ve emlak vergileri ile devletin vergi gelirine katkıda bulunan toplu konutlar aldı.

AKP hükümetlerinin konut sektörünün ekonomik ağırlığını ciddi oranda artırmak ve konutu finansallaştırmak için kentsel dönüşüm ve toplu konut projelerine eşlik eden üç makro stratejiye başvurduğu söylenebilir. Bunlardan ilki tarihsel olarak yüksek seyreden faiz oranlarını baskılamak, ikincisi konut piyasasını yabancılara açmak, üçüncüsü de mega-projeler olarak tabir edilen havaalanı, köprü, hızlı tren, otoyol ve kanal gibi altyapı projeleri ile kentlerin çeperlerinde yaratılan yeni arsa ve konut alanları üzerinde gerçekleşen inşaatlar ile ekonomik büyümeyi sürdürmekti.

Böylece konutun TOKİ ve Emlak Konut gibi kamu kuruluşları ve onlarla işbirliği içinde çalışan yandaş inşaat şirketleri aracılığıyla spekülatif bir yatırım aracı haline gelip finansallaşması 2010-2017 yılları arasında Türkiye’de konut fiyatlarının yüzde 228, İstanbul özelinde ise yüzde 284 yani neredeyse üç kat, artmasını sağladı ve gayrimenkul, ekonomik büyüme ve servet yaratımının başlıca kaynağı oldu.

Ne var ki, son iki yılda yaşanan ekonomik kriz sonucunda suni biçimde baskılanan faizlerin tekrar yükselmesi ve zoraki mega-projelere artık finansman bulunamaması sonucu bu konut balonu ve inşaat furyası çöküntüye uğradı.

KENT RANTININ EŞİTSİZ BÖLÜŞÜMÜ

Bir dönem boyunca çok hızlı ekonomik kalkınma, sermaye birikimi ve istihdam yaratan inşaat odaklı büyüme modeliyle üretilen kentsel rantın paylaşımı son derece eşitsiz bir biçimde gerçekleşti. Kent sakinlerinin konut sahipliği durumu ve gelir seviyesine bağlı olarak kentsel dönüşüm projeleri küçük bir azınlık için ciddi bir sermaye birikimi anlamına gelirken özellikle ev sahibi olmayan, kiracı ve borçlu geniş halk kesimleri için daha da mülksüzleşmeye, borç artışına ve yoksullaşmaya yol açtı.

Buna dair en çarpıcı göstergelerden biri TOKİ’nin hedef kitlesini oluşturan düşük gelirli ailelerin ev sahipliği oranının son yıllarda git gide düşmesidir.

.

Devletin kendi resmi araştırma kurumu olan TÜİK’in 2006’dan beri her yıl yaptığı ve Eylül 2019’da yayınlanan son güncel verilerle beraber 2006-2018 yıllarını kapsayan Türkiye’de “Gelir Dağılımı ve Yaşam Koşulları” araştırmasının ortaya koyduğu çarpıcı tabloya göre Türkiye’deki genel konut sahipliği oranı yüzde 60’lar seviyesinde seyrediyor ve araştırmanın kapsadığı on iki yıllık dönemde büyük bir değişiklik göstermiyor. Ancak aynı araştırmaya göre “yoksul” olarak tanımlanan Türkiye’deki ortanca (yani medyan) gelirin yüzde 60’ından az geliri olan ailelerin ev sahipliği oranı 2006’da yüzde 59.3’ten yıllar içindeki düşüş trendine bağlı olarak 2018’de yüzde 52.1’e kadar gerilemiş durumda. Yoksul sınıfların ev sahipliği oranında özellikle 2012 yılından sonra yaşanan hızlı düşüş trendi dikkat çekici. Bu veriler bizlere TOKİ’nin toplu konut projeleriyle ürettiği konutların sayıca gerek köyden kente göç edenlerin gerekse gecekondusu elinden alınanların en temel insan hakkı olan konut ihtiyacını karşılamaktan çok çok uzak kaldığını gösteriyor.

İnşaat odaklı büyüme modeli elindeki konutların sayısını ve değerini artıran en zengin kesim ile yükselen emlak fiyatları karşısında ilk konutlarını almak için büyük miktarlarda borçlanan veya bu süreçte elindeki konutu da kaybedip kiracı haline gelerek yoksullaşan orta ve alt-orta sınıflar arasındaki servet uçurumunu git gide daha da açıyor.

Burada hemen belirtmek gerekir ki, Türkiye’deki mevcut servetin büyük çoğunluğu (Yüzde 75 civarı yani dörtte üçü) ev, arsa, konut, iş yeri, yani gayrimenkullerden oluşmakta. Türkiye’de AKP iktidarı altındaki 17 yılda servet üretiminin çok büyük oranda gayrimenkul üzerinden gerçekleştiğini göz önünde bulundurursak Türkiye’deki servet üretiminin de servet dağılımındaki eşitsizliğin de en büyük kaynağının gayrimenkul olduğunu söyleyebiliriz.

TÜRKİYE’DE SERVET DAĞILIMI EŞİTSİZLİĞİ

.

Dolayısıyla emlak sahipliği oranında zenginler ve yoksullar arasında açılan uçurum Türkiye’deki genel servet dağılımını da ciddi biçimde olumsuz etkiliyor. Yukarıdaki grafik Türkiye’deki genel servet dağılımına dair. Buradaki veriler yıllık gelir dağılımını değil toplam servet dağılımını gösteren özgün bir çalışmanın sonuçlarını yansıtıyor.

Gelir dağılımına dair çalışmalar kişilerin bir yıl içinde elde ettiği gelirleri karşılaştırırken servet dağılımına dair araştırmalar vatandaşların yıllar içinde elde ettikleri birikimlerdeki değişimi karşılaştırıyor. Kişilerin orta ve uzun vadede alım güçlerinin, toplumsal statülerinin ve siyasal etkilerinin yıllık gelirlerinden ziyade toplam servet birikimleriyle ilişkili olduğunu göz önünde bulundurursak, servet dağılımının gelir dağılımından daha net bir sosyal adalet göstergesi olduğunu söyleyebiliriz.

Buradaki verilerin kaynağı Credit Suisse’in her yıl yayınladığı “Küresel Servet Raporu”. Credit Suisse “net servet birikimini” kişilerin menkul yani finansal varlıkları ile emlak, arsa gibi gayrimenkul varlıklarının toplamından borçlarının çıkarılması sonucu elde kalan miktar olarak tanımlıyor.

Buna göre AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında toplam servetin yüzde 67.7’sine sahip olan en zengin yüzde 10’luk kesim, 2018 yılı itibariyle ülkedeki toplam servetten aldığı payı yüzde 81.2’ye çıkarmış durumda.

Buna karşın 2002 yılında Türkiye’deki toplam servetten yüzde 32.3 oranında pay alan geriye kalan yüzde 90’lık nüfusun bu payı 2018’de yüzde 18.8’e düşmüş.

Bu tablo bize ülkenin ekonomisinin büyümesi veya küçülmesinden bağımsız olarak bugünkü inşaat sektörü odaklı ekonomik modelin sürekli ve istikrarlı bir biçimde zengini daha da zengin etmeye hizmet ettiğini gösteriyor.

KENT HAKKI

Hükümetçe geniş yetkilerle donatılan TOKİ’nin kuruluş amacı dezavantajlı ve yoksul kesimler için konut sahipliğini artırmaktı. Ancak hükümetin inşaat odaklı büyüme modeli gayrimenkul üzerinden üretilen servetin toplumun en zengin kesimleri tarafından biriktirilmesine öte yandan yoksul sınıfların toplam servetten aldıkları payın erimesine yol açtı.

Bunca inşaata karşın yoksul sınıfların ev sahibi olma oranlarının git gide düşmesi oldukça düşündürücü. Üstelik yoksul ve orta sınıfların borçları ve borçluluk oranları da artmış durumda. Spekülasyonla yükselen emlak fiyatları özellikle İstanbul gibi kentlerde orta sınıfların bile ilk evlerini almasını neredeyse imkânsız hale getirdi.

Bu koşullar altında bugün toplu konut politikasının ve ilgili yasal düzenlemelerin konut sahibi olmak isteyen yoksul sınıfların önlerindeki engelleri artırmak değil ortadan kaldırmak üzere nasıl yeniden düzenlenmesi gerektiğine dair düşünmeye acil olarak ihtiyacımız var. Kent hakkı kavramını tekrar gündeme taşıyarak toplu konut ve kentsel dönüşüm projelerinin kentsel alanı kâr amacıyla sömürmek isteyenlerin değil mütevazi bir konut sahibi olmaya ihtiyacı olanların ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde nasıl şekillendirilebileceği üzerine kafa yormalıyız.

*Dr. Öğretim Görevlisi, Sosyolog