İnsan-doğa-hayvan üçgeni...

Yönetmen bize öyküyü sunarken, o dönemi tamamen hissettiren etkileyici bir Amerika resmi çizmekten de geri kalmıyor. Soğuk ve çıkar çatışmalarıyla kaynayan bir ortamda, insanlar altın bulup zengin olmak amacıyla değişik yerlere akın ediyorlar, adeta birbirlerinin üstüne basmaktan imtina etmiyorlar.

Kerem Bumin kbumin@hotmail.com

Büyük romancı ve gazeteci Jack London’nın romanından uyarlanmış olan ‘Vahşetin çağrısı’, yine Türkçeye çevrilmiş adının azizliğiyle, kanlı bir korku filmi izlenimi uyandırsa da, sonuç tabii ki tamamen farklı bir film türü oluyor. Jack London’nın ‘Call Of The Wild’ kitabı, yine beyaz perdeye uyarlanmış bir başka eseri (1991 yılında çekilmiş olan) ‘Beyaz Diş’ gibi hikayesinin arka planına Amerika’nın hassas ve sancılı bir dönemini koyup daha çok gerçek başkarakteri olan bir hayvana ve onun etrafındaki insanlarla olan ilişkisine eğiliyor.

Bu insan-hayvan-doğa üçlemesi etrafında şekillenen senaryo, hem bilinen ama her zaman ilgi çekecek, ondokuzuncu yüzyılın sonunda Amerika’da başlayan ‘Altına Hücum’ akımının bir nevi ‘otopsisini’ çekiyor hem de asla bir ‘tarih dersi’ havasını girmeyerek hikayesine renkli ve farklı karakterler katarak bütün bu kaotik ortamın ortasında kalan ‘Buck’ adındaki bir köpeğin ‘zorunlu’ yolculuğunu anlatıyor.

Beyaz perdede yer bulan son eserlerinden ‘Martin Eden’(2019) de dahil olmak üzere neredeyse 15-16 kez romanları uyarlanmış olan Jack London’ın bu kitabı ilk defa sinemayı ziyaret etmiyor. Daha önce, değişik tarihlerde, en az beş kez esinlenen bu roman, tabii ki bu sefer, günümüzün gelişmiş bilgisayar teknolojisiyle, başkarakteri Buck’ı seyirciye tanıtmak, duygularını seyirciye hissettirmek için çok daha etkili yollarla beyaz perdeye geliyor. Ancak bu bilgisayar ‘destekli’ köpek karakteri asla ‘karikatürel’ bir havaya düşmüyor, yüz ifadelerini ve vücut dilini dozunda, gerçekçi kullanıp, çocuksu bir düzeye gerilemiyor.

1890’lı yıllarda Amerika’da madencilerin başını çektiği ‘Altına hücum’ furyası başlamıştır. Bütün bu dünyanın dışında olan köpek Buck, şehirde çok sayılan bir yüksek Hakimin ve ailesinin köpeğidir ve kendi çapında rahat ve huzurlu bir yaşam sürmektedir. Bir gün evinin bahçesinde ‘satılmak’ amacıyla kaçırılan Buck, hiç tanımadığı ‘soğuk’ bir dünyada, önce posta arabası (daha doğrusu kızağı) için kullanılan bir hayvan daha sonrasında ise değişik ‘efendilerin’ emrinde çalışan bir köpek haline gelir. Yavaş yavaş kendi gücünün farkına varan ve lider karakterini kazanan Buck aradığı özel bağı, ona değer veren ve eşit davranan yaşlı madenci John Thornton’da bulur…

ALASKA VE ZORLU HAYATTA KALMA KOŞULLARI…

Yönetmen ana karakteri Buck’ı tanıtırken, onu adeta bir insan gibi resmediyor. Buck’ı sadece kendisine iyi davranılan, sahipli bir hayvan gibi değil ‘el üstünde’ tutulan, her yaptığı yaramazlıkta serbest, yaşadığı lüks malikanede neredeyse kendi düzenini kurmuş, hatta biraz ‘şımarık’ sayılabilecek bir karakter olarak çiziyor. Ancak hemen sonrasında Buck’ın ‘naif’ yönünü de seziyoruz. Çünkü bu karakter hayat koşullarının ve sahiplerinin dünyadaki herkesinki gibi olduğunu düşünen, adeta bir çocuk gibi ‘gözü boyanmış’ bir köpek… ‘Çalındıktan’ sonraki dönem ise onun sadece ‘çok zor ve sert’ dünyayı tanıma gibi değil, aynı zamanda ‘bir köpeğin’ çocukluktan bir ‘ergenliğe geçiş’ dönemi gibi resmediliyor.

Ancak yönetmen filmdeki bu ilk ‘yeni’ sahibin ‘kötü’ biri olmamasında bir avantaj yakalıyor: Buck eğer kendisini bir ‘dövüş köpeği’ veya ‘yük hayvanı’ olarak kullanan birinin eline düşseydi beyaz perdede belki de bir ‘büyümeye’ değil bir ‘vahşileşmeye’ (‘Beyaz Diş’te olduğu gibi) tanık olacaktık. Bu da her ne kadar ilginç bir tema olsa da gerçek karakterin filmin başlarındaki yaramaz ama aynı zamanda da zararsız, biraz şaşkın ve çocuksu karakterini gölgeleyecekti.

Bu, Fransız olduğunu anladığımız siyahi postacı Perrault, her ne kadar Buck’ı hiç alışık olmadığı, kızağı çeken köpeklerden biri gibi zorlu bir işte kullansa da köpeklerini sadece ‘mal’ gibi gören, onlara eziyet eden ve acı veren bir karakter değil. Aksine onları kendisine eşit gibi olmasa da, birer ‘yoldaş’ gibi gören, hayatları tehlikeye girdiğinde çok endişelenen, mesleğine sonuna kadar bağlı, idealist bir karakter. Dolayısıyla Buck’ın bu yeni hayata ve ‘ilk’ işine başlama süreci çok hoş bir şekilde akıyor. Buck önce zorlanıyor sonrasında önce ekibin bir ‘parçası’ ve ardından lideri olmayı başarıyor. Kendisine sert bir şekilde direnen eski lideri sindiriyor ve hayatına yeni bir yön çiziyor. Alaska’nın çok soğuk ve karlı ortamında geçen bu sekanslar gerçekten sürükleyici, heyecanlandırıcı ve yer yer mizahi bir tempoda beyaz perdeye yansıyor.

BAŞBAŞA KALMANIN AĞIRLIĞI…

Filmin, Buck’ın ikinci ‘sahibine satıldığı ve daha önce kısa bir süre karşılaştığı madenci John’la tekrar buluştuğu ikinci bölümde ise sinematografik ‘doku’ bozulmasa da tempo biraz düşüyor. Hırslı, bencil ve gaddar ikinci sahibiyle belli bir süre geçiren Buck, ‘doğaya karşı’ savaşan değil ama ‘doğayla birlikte’ yaşayan, etrafındaki gözünü altın ve para hırsı bürümüş insanların aksine kendi halinde yaşayan yaşlı madenci John’da aradığı değer ve arkadaşlık bağını bir kere daha buluyor.

Ancak bizce bu bölümde de başkarakter ilişkin bir değişiklik yaşanıyor. Artık biraz her yönüyle hayatı tanımış olan Buck, insanlarla olan hayatından ara sıra sıyrılıp vahşi doğa yaşamıyla tanışıyor. Bu tanışma sırasında kendisi vahşileşmiyor sadece bu ortamda da nasıl hayatta kalabileceğini anlamaya çalışıyor. Kendisine tamamen eşit ve arkadaş gibi davranan John’la baş başa kalan Buck, edindiği yeni hayat deneyimleriyle, gelecekte seçim şansı elde etmek için etraftaki hayvanlara ve doğa koşullarına uyum sağlamaya çalışıyor. Bu süreçte, John’un kederli görünüşü, oğlunun kaybıyla yaşadığı acı ve iç hayatındaki ‘kopmuş’ hali ise bizce biraz ikinci planda kalıyor, senaryoya ciddi bir katkıda bulunmuyor.

BİR DÖNEM VE AMERİKA

Yönetmen bize bu öyküyü sunarken, o dönemi tamamen hissettiren etkileyici bir Amerika resmi çizmekten de geri kalmıyor. Soğuk ve çıkar çatışmalarıyla kaynayan bir ortamda, insanlar altın bulup zengin olmak amacıyla değişik yerlere akın ediyorlar, adeta birbirlerinin üstüne basmaktan imtina etmiyorlar. Aralarından daha ‘şehirli’ olanlar zaten iyice yabancı oldukları bu sert ortamda genelde başarısız oluyorlar ve bu, hırslarını daha da arttırıyor, kötü yanlarını daha fazla ortaya çıkarıyor. Bir de bütün bunların yanında tabii ki ülkede gelişen iletişim yönlerini de yer verilmiş...

İnsanlar artık bin bir macera geçirerek oldukça geç bir zamanda gelen mektuplarla yetinmemeye başlıyorlar, telgrafın bulunması Amerika tarihinde adeta bir çığır açıyor. Bu Amerika betimlemesinde kamera arkasında oldukça deneyimli bir isim var. Başta yönetmen Steven Spielberg’in filmleri olmak üzere birçok önemli filmde imzası olan görüntü yönetmeni Janusz Kaminski, Alaska ortamında sunduğu görüntülerle kendimizi adeta tam anlamıyla orada hissedeceğimiz bir hava yaratıyor. Gerçekten karakterlerle beraber yaşıyor, hissediyor ve nefes alıyoruz. Filmdeki ışık ekibinin becerisi ve katkısı da üst düzeyde kendini fark ettiriyor.

Filmin kuşkusuz yıldız ismi Harrison Ford, aslında ikinci yarıda görünüyor ve oldukça sade bir oyunculuk sergiliyor. Artık belli bir yaşa gelmiş oyuncu biraz ‘tükenmiş’, alkolik ve yas içinde ama aynı zamanda da özellikle köpeklere karşı duyarlı bir madenci rolünde inandırıcı bir kompozisyon sergiliyor. Çıkarcı ve acımasız şehirli adam rolünde Dan Stevens ise fena oynamasa da karakteri biraz ‘saf kötü’ gibi bir yöne evrilmiş gibi duruyor. Bizce filmin oyuncuları arasında en sivrilen isim sıcakkanlı, idealist ve fedakar postacı rolünde, karakterine çok hoş bir mizah katan Fransız oyuncu Omar Sy. Hangi türde bir filmde olursa olsun, onu izlemek her zaman keyifli bir deneyim… Asıl başkarakter Buck’a bilgisayar desteğiyle hayat veren Terry Notary’e de tebrikler!

Daha çok oyuncu olarak öne çıkmış ancak birkaç tane ilgiye değer filmlerde de yönetmenlik yapmış Chris Sanders’ın bu filmi, belki de en olgun ve yetişkinlere de hitap eden ilk yapımı… Klasikleşmiş bir yapıtı layığıyla ve hoş bir modern anlatımla edebiyattan sinemaya taşıyan akılda kalır bir film. Kaçırılmamalı!

Yönetmen: Chris Sanders

Oyuncular: Harrison Ford, Karen Gillian, Dan Stevens, Bradley Whitford, Omar Sy, Colin Woodell, Cara Gee, Terry Notary, Wes Brown…

Ülke: ABD

Tüm yazılarını göster