10 Temmuz tarihli Washington Post gazetesi ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’un Türkiye ziyaretinde insan hakları ve demokratikleşme konularını dile getirmemiş olmasını, demokratik ideallere ihanet olarak tanımlayarak çok sert bir eleştiride bulundu. Daha önce de Trump Suudi Arabistan ziyaretinde insan haklarını gündeme getirmeyince benzer eleştiriler yükselmişti. Kendisini “İlkeli Realist” olarak tanımlayan Trump ve yönetiminin insan haklarını göz ardı eden dış politika anlayışı, hem Amerikan dış politikasında önemli bir kırılmaya işaret ediyor, hem de küresel sistem için önemli etkilerde bulunma potansiyeli taşıyor.
İNSAN HAKLARI BATI MERKEZLİ Mİ?
İnsan haklarının tarihsel olarak kapitalizmin gelişimiyle ilişkili olduğu ve yükselen bir sınıf olarak burjuvazinin ihtiyaçları doğrultusunda ortaya çıktığı biliniyor. Kapitalizm kendisini yalnızca bir iktisadi sistem olarak değil bir siyasal, toplumsal sistem, insani değerlerin savunucusu olarak da ortaya koydu. 20'nci yüzyıldan itibaren temel haklar gelişirken, bunun içinde artık kolonyal mücadele, içte çeşitli ırkçılık karşıtı hareketler, işçi sınıfı mücadelelerinin kazanımları da yer almaya başladı. Dolayısıyla, insan hakları Batı kaynaklı olmakla birlikte, insanlık tarihinin evrensel birikiminin bir ürünü, kazanımı olarak görülmeli. Bütün bunlara karşın hala insan haklarının savunucusu olarak ABD ve Avrupa öne çıkıyor. Bu noktada kapitalist sistemin mükemmel bir insan hakları ortamı sağlayamayacağını, bunun kapitalist sistemin yeniden üretimini sağlayacak ölçüde bir özgürlük alanı yaratacağını, yani insan hakları konusunun sınırlarının kapitalizme zarar verecek noktayla sınırlandırıldığının farkında olmak gerekiyor.
Yine ABD ve Avrupa söz konusu olduğunda tarihinin ve bugününün de başta ırkçılık, ayrımcılık, emperyalist sömürü, soykırıma varan uygulamalar olmak üzere korkunç bir sicile sahip olduğunun herkes farkında. Batı’yı insan haklarına hem içeride tam olarak uyulduğu hem de dışarıda yalnızca insan haklarına dayalı bir siyaseti takip ettiği gibi mükemmel ve idealize edilmiş bir özne olarak tasvir etmiyoruz. Batı insan hakları ve demokrasiyi hem içeride hem de küresel sistemdeki hegemonyası için bir meşuriyet kaynağı olarak kullanıyor. Ne var ki, Batı’nın insan haklarından tamamen vazgeçtiği bir dünyanın daha iyi bir yer olacağının da garantisi yok.
İNSAN HAKLARI SİYASETİ
İnsan hakları, ne kadar kendi içinde önem taşısa da, Batı sisteminin ihtiyaçları doğrultusunda özellikle Soğuk Savaş koşulları içinde araçsallaştırıldı. Batı kendisini Doğu Bloku'ndan “Hür Dünya” söylemiyle ayrıştırdı. Ama asıl önemlisi Carter yönetimiyle birlikte insan hakları konusu doğrudan ABD’nin dış politika önceliği olmaya başladı. Bu amaçla Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nda 1977’de “İnsan Hakları ve İnsani İşler Bürosu” kurulurken, bu tarihten itibaren ABD her yıl bütün dünyadaki insan hakları ihlallerinin yer aldığı insan hakları raporunu yayınlamaya başladı. Bir yıl sonra Uluslararası Af Örgütü Nobel Barış Ödülü'nü aldı, 1941’de kurulmuş olan Freedom House güçlendirildi, aynı yıl sonradan Human Rights Watch’a dönüşecek olan Helsinki Watch kuruldu. ABD’nin kendi müttefiklerine de zarar verdiği gerekçesiyle eleştirilen bu politika değişikliği, kaçınılmaz çifte standartlarına rağmen Reagan döneminde devam etti ve Demokrat Parti yönetimlerinde daha ağırlıklı olsa da çoğunlukla partiler üstü bir nitelik taşımaya başladı.
Reagan döneminde bir yandan neoliberalizmin üst yapısı ve kimlik siyasetinin en önemli bileşeni olarak insan hakları ve demokratikleşme desteklenirken, öte yandan Doğu Bloku'na yönelik baskının bir parçası olarak kullanıldı. Bu dönemde 1983’te National Endowment for Democracy (NED) kurularak ilk kez insan hakları ve demokratikleşme konusunda izleme ve gözlemden, demokrasiyi ihraç etme boyutuna geçildi.
Kuşkusuz demokrasi ve insan hakları konusunda en önemli gelişme Clinton yönetimi sırasında oldu. Doğu Bloku’nun çöktüğü ve liberalizmin zaferini ilan ettiği bu ortamda, Clinton kendisini küreselleşmenin başkanı olarak tanımlıyor, serbest piyasa ekonomisi ile demokrasi ve insan haklarının insanlığın geldiği, ulaşabileceği nihai hedef olduğu ileri sürülüyordu. Neoliberal politikalar hızla bütün dünyaya yayılırken, yeni bir kültür, siyasal çoğulculuk, azınlık hakları, kimlik siyasetinin bir uzantısı olarak vurgulanıyordu. Postmodern kültürün dünyayı sarmaya başladığı, Aydınlanma geleneğinin evrenselciliğinin eleştirildiği, kültürel göreceliğin yükselişe geçtiği bu dönemde insan hakları konusunda da evrenselci ve kültürel göreceliği savunan görüşler arasında bir ayrım ortaya çıktı. Clinton yönetimi bu tartışmada çok net tavır aldı ve 1993’te Viyana’da yapılan BM İnsan Hakları toplantısında kültürel göreceliğin insan hakları konusunda kabul edilmeyeceğini açıkladı. Çünkü kültürel görecelik kabul edilseydi, ABD’nin diğer ülkelere insan hakları ve insani güvenlik üzerinden müdahale imkanı kalmayacaktı ve Washington bunu çabuk fark etmişti.
Oğul Bush yönetimi her ne kadar güvenliği öncelik olarak belirlediyse de, özellikle Ortadoğu bölgesine yönelik olarak, yeni bir demokratikleşme hamlesi başlattı ve bunu da 2003’te Bush NED’in kuruluşunun 20'nci yıl dönümünde bu kurumda yaptığı konuşmayla duyurdu.
Obama yönetimi ise bunu hem sahiplendi hem de dozunu artırdı ve 2006’da kurulan BM İnsan Hakları Konseyi'ne ABD’yi üye yaptı, ayrıca sonu felaket olsa da, Ortadoğu demokratikleşme politikasını sürdürdü.
TRUMP VE İNSAN HAKLARI POLİTİKASININ TERK EDİLİŞİ
Sonuçta Batı tarih boyunca insan haklarını ihtiyaç duyduğunda öne sürmüş, çok defa farklı sebep ve koşullar altında geri çekebilmiş, kendisiyle derin çelişkiler içinde çifte standart uygulayabilmişti. Bu günümüzde devam ediyor. Fakat Trump başa geçer geçmez, kendisi gibi işadamı kökenli Dışişleri Bakanı Tillerson ile birlikte bu politikayı çok radikal bir biçimde değiştirdi. İlk olarak Trump, Clinton döneminde Beyaz Saray’da oluşturulmuş başkana bağlı “İnsan Hakları ve Çok Taraflı İşler” özel pozisyonunu, “Uluslararası Örgütler ve İttifaklar” olarak değiştirdi. Uygulamada da, Suudi Arabistan’a yaptığı ziyaret sırasında, “kimseye ders verecek, nasıl davranacağını, neye inanacağını söyleyecek değiliz” diyerek, insan hakları konusunda herhangi bir duyarlık taşımadığını gösterdi. demokrasi destekleme programlarına ayrılacak kaynakları keseceğini açıkladı. Zaten güçlü liderlere sempatisini hiç gizlemedi.
Dışişleri Bakanı Tillerson ise 1977’den beri her yıl kendi bakanlığınca yayınlanan İnsan Hakları Raporu'nun açıklanışına gitmeyerek 40 yıllık geleneği yıktı. Üstelik kendi bakanlığına yaptığı konuşmada özgürlük, insan onuru gibi konuların temel değerleri olduğunu ama politikaları olmadığını söyledi. Yani, bu değerler sabit kalabilir ama politikalar değişir diyerek, insan hakları konularının öncelikleri olmadığını açıkladı. Ona göre insan hakları konusu güvenlik kaygıları ve ekonomik çıkarları savunurken işleri karıştırıyor, ayak bağı oluyordu. Bütün bunlar halledilirse ancak ABD insan haklarını gündeme getirecekti. Dolayısıyla, politika yani çıkarlar, değerlerden önce gelecek, katı realizme geri dönülecekti.
TRUMP YÖNETİMİNE ELEŞTİRİLER
Trump yönetimine o kadar çok eleştiri yöneltildi ki, insan hakları konusu bu arada sıradanlaştı. Genel olarak insan hakları politikasının terk edilmesi konusunda iki kaynaktan eleştiri geldi. İlki tahmin edilebileceği gibi Amerikan sistemi içinde ve dışında insan hakları konusunda belli bir hassasiyet taşıyan Uluslararası Af Örgütü gibi kuruluşlar, Clinton ve Obama yönetiminde bu konuda görev almış liberal ve özgürlükçü isimler, Brookings gibi liberal düşünce kuruluşları. Bunlar Trump yönetiminin getirdiği değişimi sert bir şekilde eleştirdiler. Af Örgütü, Trump’ın 100 gününde insan hakları konusunda yarattığı 100 tehdit adında bir liste yayınladı. Bu kesimler demokratik ve insan haklarına saygılı ülkelerin güvenlik sorunlarında daha güvenilir ortaklar olduğunu, bunların sayısı artarsa zaten dünyanın daha güvenli bir yer olacağına dair liberal teoriyi hatırlatıyorlar.
Diğer bir dikkat çekeni ise daha sağ, Realist perspektiften yapılan eleştiriler. Bunlar içinde özellikle Cumhuriyetçilerin önde gelen ismi Senatör John Mc Cain ile Neoconların önde gelen isimlerinden Elliot Abrams’ın eleştirileri dikkat çekiyor. Bu eleştiri hattı öncelikle bu politikanın ABD’nin küresel konumuna zarar verdiğini, ABD’nin yalnızca askeri güçten oluşan bir dış politikaya sahip olamayacağını, bunun uzun vadede kendisine zarar vereceğini savunuyorlar. İnsan hakları ve demokratikleşmeyi savunmanın kısa vadede sorun yaratsa da, uzun vadede daha fazla güvenlik getirdiğini, geçmişte diktatörlere verilen desteğin o toplumların gözünde ABD’yi o diktatörlerle özdeşleştirdiğini ve dolayısıyla daha büyük sorunlar yarattığını vurguluyorlar. Ayrıca, bu eleştiriye göre ABD diplomasi masasına otururken, yıllarca elinde tuttuğu insan hakları kozunu kendi eliyle bırakmış, muhataplarının eli ise güçlenmiş oluyor.
YÖNETİM DIŞI MEKANİZMALAR DEVREDE
Bu gelişmelere karşın ABD’nin, yönetimden ibaret olmadığını da eklemek gerekiyor. Bu noktada ABD’de liberal geleneğin güçlü olduğu, özellikle sivil toplum, medya, üniversiteler ağırlıklı olarak Demokrat Parti çizgisinde ve insan hakları ve demokratikleşme konusunda hala etkili. Hatta, bu kesimlerin yönetim yerine daha fazla sorumluluk, inisiyatif üstlenmesinin daha etkili olabileceği de düşünülüyor. Örneğin geçmişte, dünyadaki otoriter rejimleri ve insan hakları ihlallerini eleştiren ana akım Amerikan medyası artık eleştirileri aynı zamanda yönetime de yansıtıyor. Bu arada Kongre’den her iki partiye mensup 15 senatör bir mektup yayınlayarak “demokratik, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne saygılı bir dünyanın daha güvenli” olacağını vurgulayarak demokrasi ve insan hakları siyasetinin ABD dış politikasının ana eksenlerinden biri olması gerekiği yolunda bir çağrı yaptılar. Bu çerçevede öyle görünüyor ki, Kongre de geçmişe göre insan hakları konusunda daha önde olacak.
İnsan hakları konusu küresel olarak gittikçe gerileyen demokratikleşmeyle birlikte sancılı bir dönemece girdi. Demokratikleşmeden geri çekilme ve otoriterliğin yükselişinin bir semptomu olarak içinden geçtiğimiz dönemde insan hakları konusunda da bir zemin kaybı yaşanmaya başlandı. Trump’ın ABD başkanı seçilmesinden sonra, onun Putin gibi otokratlara sempatiyle yaklaşması, gerektiğinde işkenceye başvuralabileceğini savunması, ana akım medyaya savaş açması gibi gelişmeler insan hakları ve demokratikleşme konusundaki gerilemenin iyice belirginleşmesi ve hegemonik merkezde de bir kayba uğradığının göstergesi olarak önem taşıyor. Bu gelişmeden özellikle demokrasi ve insan hakları geleneğinin zayıf olduğu, sivil toplumun yetersiz bulunduğu ülkeler daha fazla etkilenecekler, her yerde yerel otokratlar kendilerini daha güçlü, daha az sınırlanmış hissedecekler.