Türkiye’de insan hakları hareketi bir kritik dönemeçten daha geçiyor. Önce savunuculuk faaliyetleri önemli oranda kısıtlandı. Ardından bazı hak örgütlerinin KHK yoluyla kapatıldığı ve aktivistlerin tutuklandığı görüldü. Son olarak, Büyükada komplosunun uygulamaya konmasıyla da manzara iyice açıklık kazandı: Yöneticiler, insan hakları aktivizmini istihbarat örgütlerince yürütülen stratejik mücadelenin bir unsuru olarak görüyor. Savunucular da bu mücadelede kullanılan, yerine göre gözden çıkarılabilir, taktik araçlar olmaktan fazlasını ifade etmiyor. Büyükada’da tutuklanan hak savunucularını, uluslararası bir komplonun parçası olmakla itham eden operasyonun başlama biçimi kadar, gelişim yolu da bunu çok net bir şekilde ortaya koydu. Türkiye’de savunucu olmak, arka planda etkin olan yabancı güçlerin, yani bir başka devletin iradesine tabi olan, onların kullandığı bir araç muamelesi görmeyi peşinen kabul etmeyi gerektiriyor.
İnsan haklarının siyasetimizde sorun teşkil eden karakteri, sadece bu stratejik veya taktik meselelerle sınırlı kalmıyor. İdam cezasının geri getirilmesi tartışmasında da insan hakları bir kez daha iktidarın karşısına engel olarak dikiliyor. Hükümetin akıldaneliğine soyunanlar, Erdoğan’ın beyanlarıyla uyumlu bir şekilde, çözüm anahtarı olarak “milli irade” kavramını insan haklarına karşı ileri sürüyorlar. Tabii tartışma içerisinde “milli” sıfatının, “irade” kavramından biraz daha fazla vurgulandığı da dikkatlerden kaçmıyor. Vurgu farkı, çoğunluk iradesinin niçin her koşulda hâkim kılınması gerektiğini göstermek istediklerinde zorunlu hale geliyor. Bu insanlar halkın çoğunluğunun idamı geri istediğini, oysa insan haklarının buna engel olduğunu savunuyorlar. Artık milli iradeden daha üstün ilkelerin varlığına inanmak “günah” sayıldığına göre, insan haklarının bu bağlamda sadece tali bir değeri olmalıdır. Tali olanı sanki asılmış gibi pazarlamak, “gavurun parası” ile harekete geçen şu “gavur uşağı” savunucuların marifeti değilse nedir?
Görüldüğü kadarıyla, hakların bir araç olduğu düşüncesi bu tartışmada kilit taşı olma işlevini yerine getiriyor. Bu işlev, meselenin amaç ile araç ilişkisinin çizdiği sınırlar içinde ele alınmasının nedenini oluşturuyor. Oysa görüşümüzü derinleştirmek için amaç ile araç ilişkisinin ötesine geçmek mecburiyetindeyiz. İlk bakışta, haklar belli amaçlar için kullanılan araçlarmış gibi görünebilir. Nitekim, ifade özgürlüğünü düşünceyi aktarma, işkence yasağını acı görmeme arzusunun bir aracı olarak talep ederiz. Lakin hakları kendisi için araçsallaştırdığımız arzuların, başka bir düzeyde tarif edilmiş haklar olduğu gözümüzden kaçmamalıdır. Düşünce özgürlüğü veya mutluluğu arama arzusu da bir hak olarak tarif edilmiş olmasaydı, diğer haklar için bir amaç olma görevi göremeyecekti. O halde, bir hak sadece başka bir hakkın aracı, o hak da bir başka hakkın aracı olabiliyor. Kendi dışında hiçbir amaç için işe koşulamayan bu araçlara “saf araç” adı verilebilir. Bu gibi varlıklar mahiyeti itibarıyla araç ile amaç ilişkisinin dışındadırlar. Kendileri gibi varlıklardan oluşan bir araçlar bütünü içerisine anlam ve değer kazanırlar. Hak, siyasette saf araç işlevi görebilen tek araçtır,
Bir saf araç olma özelliği hakların gerçeklik ile olan bağının niteliğini de belirler. Bir insan hakları ilkesi, “İnsanlar eşit ve özgür doğar.” dediğinde, kastedilen insanların eşit veya özgür olduğu bir dünyada yaşadığımız değildir. Eşitlik ve özgürlük gibi kavramlar olgusal gerçekliğin bir yansıması olduklarından değil, gerçeklik üzerinde etkide bulunma gücü taşıdıklarından ötürü değer taşırlar. İnsan hakları kavramları gerçeği temsil etmez, ona müdahale ederler. Meselenin bu yönünün gözden kaçması büyük yanılgılara yol açmış, insan haklarının muhafazakar eleştirisinin esasını da bu oluşturmuştur. Mesela, “insanın haklarından değil, sadece bir İngiliz'in veya Fransız'ın haklarından” söz edilebileceğini düşünen Edmund Burke, bu yanılgının görkemli bir örneğini oluşturur. Bu yüzden insan hakları öğretisinin “yüceltilmiş bir saçmalık” olmaktan fazlasını ifade etmediğini düşünür. Aradan geçen yüzyıllara rağmen çok fazla bir şeyin değişmediğini Alasdair MacIntyre ayarında bir filozofun söylediklerinden anlayabiliyoruz: “Böylesi haklar yoktur; onların varlığına inanmak, cadıların veya tek boynuzlu atların varlığına inanmaktan farksızdır.”
İşin aslı, hakların varlığını onların dayanmasını istediğimiz maddi dünya olgularından değil, diğer hak idealleriyle kurdukları ilişkilerden yola çıkarak anlayabiliyoruz. Bu idealler, kendilerine kaynak teşkil eden arzuları bir araya toplayan hukuki-politik yapılar içinde bütünleşirler. Örneğin, tüm insanların eşit ve özgür olduğu bir dünya kurma arzusunu ifade eden bildirge benzeri metinlerde somut bir varlık kazanırlar. İnsan hakları mücadelelerinin tarihi, haklara bir gerçeklik kazandıran böylesi metinlerin sayısız örnekleriyle doludur. Söz konusu metinler, siyasi idealler ile yaşanan gerçeği buluşturma amacıyla bir tür “ideal gerçeklik” alanı inşa ederler. Dünyanın mevcut hali, haklarda varlık kazanan arzularla çeliştiği oranda bir sorun olma niteliğini kazanır. Hakların gerçekliği ve etkisi de, bu aşamada tanımlanan sorunlara çözüm üretme kapasitesiyle belirlenir.
İnsan haklarının sorunlarını belirleyen koşullar ve bunlara denk düşen çözümler, insanların birbiriyle kurduğu ilişkilerin sayısı kadar çok ve çeşitlidir. Ancak bunlar hangi mekanda, hangi bağlamda ortaya çıkarsa çıksın şu gerçek asla değişmez: Hak siyaseti, esasen bireylerin mevcut durumunu tahkim etmek amacına hizmet etmez. Gaye toplumları dışarıya açmak ve dönüştürebilmek için, mevcut toplumsal ilişkilerin bir sorun haline getirilmesidir. Hak savunuculuğuna dair Türkiye’deki anlayışın yetersizliği burada çok belirgin bir şekilde açığa çıkar. Savunucu, yürüttüğü faaliyetin mantığı gereği evrensel, yabancıyla ortak, mağdurla hemdert ve üstüne vazife olmayan işleri yapmaya soyunan biridir. Bir başka deyişle, yabancı güçler hesabına çalışan bir casus değil, her topluluğa eşit ölçüde yabancı olan bir “ideal gerçekliğin” sözcüsü ve aktörüdür.
Yerli ve milli olan, ilke olarak yabancıya karşı tarif edilir. Oysa hak savunucusu farklı bir varoluş biçimini gönüllü olarak benimsediğinden, kendi evinde bir yabancı gibi davranmaya yazgılıdır. Bu yazgı, savunucu kavramına biraz daha yakından bakmamızı gerekli kılıyor. Hak savunucusu, kendi hakları uğruna mücadele ederek insan onurundan payına düşeni isteyen kişilerden bir noktada çok belirgin bir şekilde ayrılır. Savunucu, bazen savunduğu haklar kendi özel menfaatleriyle kesişse de, kural olarak bir başkasının hakları için mücadele eden kişi olarak kabul edilmelidir. O halde savunucunun varlığından rahatsız olanların onu rahatsızlık verici veya üstüne vazife olmayan işlere karışan bir kişi olarak görmesine şaşırmamak gerekir. Ne var ki savunucu, ancak bir başkasının tasasıyla tasalandığında veya üstüne vazife olmayan işleri vazife edindiğinde isminin hakkını veren bir faaliyet içinde olabilir. Savunu siyasetini, sendikaların veya azınlık örgütlerinin izlediği siyasetten ayırt eden de bu olsa gerektir.
Bu bağlamda, hak savunucusu, insan hakkı olarak tanımlanmış bir veya daha fazla sayıdaki hakkı korumak veya geliştirmek amacını güden kişiyi anlatır. Aslında insanlığın ortak yararını gözetmesi bakımından kendini aşan bir amacın parçası olmayı kabul etmemiş birine savunucu demek mümkün değildir. Sözünü ettiğimiz ideal gerçeklik kurgusundan doğan bilinç, savunucunun üstlendiği “koruma” veya “geliştirme” misyonunun temel güdüleyicisidir. Peki, burada insan haklarını kime karşı korumak veya ne gibi tehditlere karşı geliştirmekten söz ediyoruz? Yani savunucunun kendisine karşı konumlandığı fiiller nelerdir? Bilindiği üzere bu fiilleri “hak ihlali” olarak adlandırıyoruz. İşte savunucu, insan haklarının istismarı, ihmali veya düpedüz yadsınması gibi durumlarda ortaya çıkan ihlal uygulamalarına karşı konumlanır. Amacı bu durumda ortaya çıkan mağduriyeti görünür kılmak, gidermek ve nihayet böylesi mağduriyetler yaratan siyasi ve toplumsal koşulları dönüştürmektir.
Hak ihlalleri, ihlal edimiyle beraber ortaya iki farklı özne pozisyonu çıkarır: fail ve mağdur. Lakin hak sahibi olan ile olamayan, hakkı ihlal eden ile ihlal edilen arasındaki ikili ilişkiler üzerinden tanımlanmış sorun alanlarının yetersizliği, özellikle 20'nci yüzyılın son çeyreğinde açık bir şekilde görülmüştür. Söz konusu yetersizlik, savunuculuk uğraşını gerekli kılan ve ihlal sürecini tamamlayan başka bir faktöre de dikkat çekmeyi gerektiriyor. İşaret etmek istediğim nokta, hak ihlalleri karşısında nispeten duyarsız, daha ılımlı bir ifadeyle söyleyecek olursak “kayıtsız” kalan bir çoğunluğun varlığıdır. Şüphesiz burada söz ettiğim ilgisizlik, kendi haklarından çok bir başkasının haklarına yöneliktir. Zaten herkesin bir diğerinin haklarına karşı duyarlı olduğu veya savunduğu bir “insan hakları uygarlığında” yaşasaydık, savunuculuk gibi özel bir uğraşa gerek kalmayacaktı. O halde, çoğunluk ile belirlenen milli iradenin duyarsızlığını, savunuculuğu gerekli kılan etmenler arasında saymak yanlış olmaz. Çoğunluğun bazı durumlarda ihlalleri mecburi, düpedüz yararlı bulmasından ötürü, o topluluğun içinden çıkmış, ama onların dar çıkarlarının ötesine geçmiş savunucuların varlığı paha biçilmez bir değer kazanır.
Böylesi bir savunu kültürünün somut tezahürünü Hrant Dink’in cenazesinde yürüyen on binlerin slogan olarak haykırdığı şu siyasi formülde görmüştük: “Hepimiz Ermeni’yiz.” Bu tutum, “yabancıya” karşı tarif edilmiş yerli kimliğe kısa devre yaptıran, onu insanlık değerleri açısından problemli hale getiren siyasetin gücünü görmemize yol açmıştı. Türkiye’yi yöneten insanların bu siyasi formüle gösterdikleri tepki, insanlık değerleri üzerinden yerleşik kültürü tartan her tutum karşısında gösterdiği diğer tepkilerden hiç de farklı olmamıştı. Savunucuları bugün ajan, provokatör olmak gibi ithamlarla suçlayan bakış açısını aynı devlet aklının tepkileriyle tarihsel süreklilik içinde ele almak gerekiyor. Malumunuz, medreselerin yarattığı idari sorunlarla baş etmeye alışmış eski Maarif Nazırı Emrullah Efendi, yeni mekteplerin açılmasıyla karmaşıklaşan sorunlar karşısında tepkisini şu sözlerle ortaya koymuştu: “Mektepler olmasa maarifi ne güzel idare ederdim.” Şimdilerde bu sözün bir benzerini şu şekilde işitmek mümkün: “İnsanlar olmasaydı vatandaşları ne güzel idare ederdim.”