İnsan ne zaman evindedir?

Nostalji temelli bir geçmiş ya da özlemi ev ve memleket arzumuz için yeterli midir ve bunu sağlaması mümkün müdür? Barbara Cassin kitabı “Nostalji”de “Öyleyse insan ne zaman evindedir?” sorusunu sorar sormaz, nostalji ve sıla özleminin eve dönüş olmadığını belirtirken, insanın uzakta olduğunda çektiği eziyet, hem de geri dönmek için katlanılan sıkıntılar ve evine geri dönmeyi “herkesin tabi olduğu kadere teslim olmaktır, yaşlanmak, ölmek” olarak kabul ettiği gibi; bu istilacı ve tatlı duyguyu kurgu olarak değerlendirerek Odsysseia, Aeneas, Hannah Arendt ışığında tartışma konusu ediyor.

Abone ol

Halim Şafak

"Herkes annesinin ölümlü olduğunu bilir. Ama kimse evinin ölümlü olduğunu bilmez." - Günther Anders

"Göç, tek yönlü bir yolculuktur. Geri dönülecek bir ‘yuva’ yoktur." - Stuart Hall

"Kökünden sökülme eğer geri dönme umudu olmadan gerçekleşirse, buna maruz kalan kişi bir sürgüne dönüşür ama bu sürgünün kökene dönüşmesi de her zaman mümkündür." - Barbara Cassin

En başta savaşlar, katliam ve kıyımlar olmak üzere dünya kadar nedenden dolayı sürekli göç, sürgün edilme gibi süreçleri tarihi boyunca yaşayan ve yaşamayı sürdüren insanlık buna rağmen kendine köken, memleket ve ev bulma, bunun için gitme ve geri dönme arzusundan hiçbir zaman vazgeçmemiş; hatta bunu çoğunlukla uzun sürmesi mümkün mücadelelere dönüştürmüş, bu uğurda çoğu da hayatından olmuştur. Ne var ki, bu derece yoğun ve hızlı gidip gelme, kalma, dönme, dönmeme, döndürülmeme -bunlar kimi zaman özgürlük olarak anlanmaya açık hale gelse de, öyle olsa da- karşısında insanın kendine bir geçmiş oluşturması ve bir ev bulması da oldukça güç, çoğu zamanda imkânsız olmuştur. Bundan dolayı insan evsizliği ve memleketsizliği karşısında çoğunlukla nerede yaşarsa yaşasın, sorunlu bulsun olmasın her zaman nostaljiye başvurmuş ve bunu geçmişle ilişki kurma ve orada kendine ev ve yer bulma, yapma yolu haline getirmiş, öyle anlamıştır.

Bütün bunlarsa bizi tek bir soruyu yanıtlamamız konusunda fazlasıyla kışkırtır: Nostalji temelli bir geçmiş ya da özlemi ev ve memleket arzumuz için yeterli midir ve bunu sağlaması mümkün müdür? Barbara Cassin kitabı “Nostalji”de “Öyleyse insan ne zaman evindedir?” sorusunu sorar sormaz, nostalji ve sıla özleminin eve dönüş olmadığını belirtirken, insanın uzakta olduğunda çektiği eziyet, hem de geri dönmek için katlanılan sıkıntılar ve evine geri dönmeyi “herkesin tabi olduğu kadere teslim olmaktır; yaşlanmak, ölmek” olarak kabul ettiği gibi; bu istilacı ve tatlı duyguyu kurgu olarak değerlendirerek Odsysseia, Aeneas, Hannah Arendt ışığında tartışma konusu ediyor.

Kuşkusuz bu durum Richard Sennett’in memleketi seyyar bir şey olarak kabul etmesiyle çelişebilir gibi görünse de evin, eve dönmenin asıl anlamını ve nasıl olacağını bulduğumuzda durum muhakkak değişecektir. Çünkü eve ya da memlekete, ülkeye dönmek, yalnızca dönmek ve kalan hayatını orada yaşamak ve ölmek değildir, memleketi seyyar yapan da budur. Çünkü bunlar da ev konusunda önemli bulunabilirse de evi asıl belirleyen ve anlatan bizim için anlamlı ve gerekli hale getiren ve bu temelde bir ruhsallık ve geçmiş duygusu oluşturmamızı sağlayan bunların hiçbiri değildir; dildir.

Barbara Cassin, çev. Seçil Kıvrak, syf. 112, Kolektif, Haziran 2018.

Barbara Cassin evi Hannah Arendt’e başvurarak daha çok anadille, anadilin konuşulabildiği yerle açıklıyor ancak böyle bir yerin ev ya da memleket olabileceğini söylüyor. Bu yüzden Hannah Arendt bir yerde “Hitler öncesi Avrupa’dan geriye yalnızca dil kaldı” derken anadilin önemini vurgulamakla kalmıyor, dünyanın üzerinden geçen nazizme rağmen geçmişle dil üzerinden ilişki kurmuş, geçmişi anadil olarak anlamış ve kabul etmiş oluyor. Kaldı ki Barbara Cassin’e göre de Arendt’in vatanını belirleyen atalarının toprağı değil, anadilidir. Çünkü “Anadil sadece herkesin sahip olduğu tek annenin dili olduğu için değil, varlığınızı karmaşık bir doğa kültür örtüşmesi içinde yarattığı için hiçbir şekilde başka bir dile benzemez.” Yine ona göre “bir halka ait olmak, dil ve kültür örtüşmesinden” başka bir şey değildir. Ne var ki bunun karşısında İain Chambers de “aidiyet duygumuz, dilimiz ve içimizde taşıdığımız mitler hala varlıklarını koruyor” olsalar da “bunlar artık hayatlarımızın anlamını garanti etme kapasitesine sahip olan ‘kökenler’ ve ya da ‘otantik’ işaretler değildir deme gereğini duyuyor. (Göç, Kültür, Kimlik, çeviri: İsmail Türkmen& Mehmet Beşikçi, 2. Baskı, Ayrıntı, 2014)

Bu yüzden de yaşamak başka bir yerde kaybolmakla birdir ve belki de bu “çağdaş yaşama özgü bir durumdur.” (İain Chambers, Agy) İain Chambers’in sözünü ettiği “çağdaş yaşam”sa bizim bildiğimiz modernizmden ve sonrasından başkası değildir. İnsanın tarihi boyunca sürekli bir hareketlilik yani gidip gelme içinde olduğu düşünülürse çok önceden kurulan şehirlere ve kalıcı mekânlara rağmen evi ve yerleşikliği benimsemesi ve bunun düşünsel arkaplanını, yani poetikasını, oluşturmasının üstünden öyle çok uzun bir zaman da geçmemiştir. Hatta buna rağmen modern dünyada özellikle bizim gibi ülkelerde geçmiş duygusunun mekansal bir ruhsallık oluşturamadığını, kapitalizmin de katkısıyla sürekli şehri ve mekansal olanı ihlal edip, mekanı üstü üste yığıp, tektipleştirip, sonra da dikeyleştirdiğini, doğayı da bunun dışına sürdüğünü iddia edebilir ve bugünün yalnızlığı ve mekansızlığının da bu kalıcılaşmış durumdan kaynaklandığını ya da bunun sonucu olduğunu yazabiliriz.

Bu noktada günümüz modernizminin yurtiçi ve yurt dışı göçlerin sonucu olduğu saptamasının dikkate alınması şarttır. İnsanın şehirlerde yalnızlaşmasının hatta bunu kalabalıklar içinde evde, işte, apartmanda yaşama ve kendini koruma, kollama, ayırma ve böylelikle güvende tutma haline getirmesindeki modernizm katkısı azımsanacak gibi değildir. Hal böyle olunca ihtiyatla memleket, mekân ve yaşanmışlık olarak geçmişin, çocukluğun oraya dönme, orada yaşama arzusunun başta olduğu gibi insanın evinde olduğu duygu ve düşüncesini yaşatmayacağı ya da bunda zorluk çekeceği iddia edilebilir.

Kaldı ki bıraktığımız yerden yaşamak için memlekete geri döndüğümüzde bulduğumuz dünya bizim otuz, kırk yıl önce yaşadığımız dünya, mekân, doğa, insanlık hiç değildir, olmayacaktır. Kabul edilmelidir ki dünyanın her bir yanı kapitalizmin, modernizmin her anlamda otoriter kabul edilebilecek işgali/saldırısı ve baskısı altındadır. Bu da dönecek ya da yaşayacak olduğumuz (ne hale gelmiş olursa olsun) ev için fazlasıyla sorundur; tam da bundan dolayı geri dönme umudu pek içermeyen ama bizi yaşatan ve katlanma gücü vermesi mümkün nostaljiye, daha başka geçmiş duygularına başvururuz.

Bireysel Milas Ansiklopedisi Cilt 1, Halim Şafak Şanlıdağ, Milas Belediyesi Kültür Yayınları, 2016.

Bu yüzden "Bireysel Milas Ansiklopedisi" gibi çalışmaların bir Milaslı için Milas’tan çok başka yer memleket ve evlerde yaşayabilme gücü verme ihtimali oldukça fazladır. Hatta yazarının geri döndüğünde nasıl ve nerede yaşayacağı konusunda verilmiş ve kendini ikna etmiş kesin bir yanıtı da yoktur. “Kendini Kanatan’daki (2004) “geçmişim sandığım bir yer yok artık çocuğum/ upuzun evin yerini çoktan başka ev aldı /orada pencereler ses geçirmez duvarlar bön/bahçe yıkılmış hayat kapısını kimse hatırlamıyor/…/ hatıraların üstüne ölümden başka koyacağım hiçbir şey kalmadı” bu dizelerin dert ettiği ve öngördüğü o geri dönme ve döndüğünde ne olacağı düşüncesinden başka bir şey olmadığı gibi buna çok önceden verilmiş bir yanıttır. Hatta burada insanın yaşadığı yerde anadili olan Türkçe konuşuluyor olması da farklı biçim, yaşama ve geleneklerden dolayı çoğu zaman pek bir şey de ifade etmeyecek aynı dili anlaşmama ve hatta çatışma aracı haline bile getirebilecektir.

Bugün kendi memleketinin ya da yaşadığı başka bir yerin o hızına yetişilemeyen dönüşümü ve gelişen otoriteryanizmi karşısında anadil ya da etrafla birlikte yaşamak da insana yetmeyeceği gibi değişime karşı tam bir direnme ve dışında kalma da en azından şehirlerde hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Bunun karşısında gidilebilecek orada özgürce yaşanabilecek bir doğa da zaten yoktur. Bu aşağıda göreceğimiz gibi yeni bir insan prototipinin habercisi bir durum olduğu kadar bugüne dair önemli bir hakikattir.

Bu değişim ve dönüşüm göç ya da sürgün, çoğunlukla aynı memleket içinde bile iki dil arasında kalmak anlamına da geldiği için, bu durum hayli zor hatta kimi zaman hiç mümkün olmayan başka bir durum ve sorun olduğu kadar, dil üstünden insanda yol açtıklarıyla, tarih boyunca tartışma konusu olmuştur. Bu sürgünle ya da başka bir nedenle iki dil arasında kalmayı Günhter Anders “kekeme varlığı” ile açıklarken kendi geçmişine bakarak bir gerçeği de belirtiyor: “Aramızdan çoğu gerçekten kekeme oldu hatta iki dilde kekeme.”

Bunun yani kekemeliğin anadilin aleyhine egemen dilin lehine tekrar/geri dönülmesi mümkün olmayan bir değişime, dilleri belirleyen bir kırılmaya uğraması söz konusu olduğunda ya da bunu arzu ettiğimizde yaşama seçeneği olarak görüp razılık gösterdiğimizde ise insan kekemeliğinden değilse de anadilinden çoktan kurtulmuş “yitirilmiş bir geçmiş ile bütünleşilememiş bir şimdiki zaman arasında kalmışlık duygusuyla yaşamaya başlamıştır. (İain Chambers, Agy.)

Bu çoğunlukla geri dönme arzusunun olmadığı ya da kalmadığı, birlikte yaşamanın tam bir baskıya ve zulme dönüştüğü zamanlarda söz konusudur. Bu da "Herkes bilir ki kader olsun ya da olmasın dünyanın düzenini değiştirmektense arzularını değiştirmek daha iyidir" demenin ve bunu eylemenin sonucudur, karşılığıdır.

Böylelikle “kişi başka şekilde kök salan- ya da belki kök yerine başka bir şey seçen- bir göçmene dönüşür”, bizde olduğu gibi muhacir olur. Kendine böyle bir yaşama yolu, kalabalığa karışma ve onlardan biri olma, hiç olmazsa öyle davranma ve gösterme kolaylığı bulmakla kalmaz kimi zaman yurttaşlığı aynı milliyetten, ırktan olma anlamında almaya başlar.

Devam edelim… Barbara Cassin’in söz konusu tartışmalardan, uzun ve sürmekte olan sürgün ve göçlerden asıl çıkardığı sonuç geçmiş, ondan daha çok bugüne yöneliktir. Bunu da Arendt’den bir alıntıyla açıklar: "Görünüşe bakılırsa kimse çağdaş tarihin yeni bir insan türü yarattığını bilmek istemiyor", "onlar düşmanları tarafından toplama kamplarına ve arkadaşları tarafından gözaltı kamplarına gönderilen insanlardır." Bu gün benzer ve çok kalabalık bir insan tipi Ortadoğu’dan, Afrika’dan ve başka ülkelerden yola çıkmış -yolda ölenler hariç- ulaştıkları ülkelerde kamplarda, yoksul mahallelerinde tam bir dışlanmışlıkla ve ötekileştirmeyle yaşamaya ve kendini hayatta tutmaya ve anadilini etrafıyla konuşmaya çalışmaktadır.

Kaldı ki Nazi kamplarıyla doğrudan bir ilişki kurmak doğru değilse de (benzerlikler bulabileceğimiz, yakınlıklar kurabileceğimiz) bugün yerinden yurdundan olmuş/edilmiş ve yollara düşmüş insanlar kadar kedilerin, köpeklerin daha başka insan olmayan canlıların da kamp ve barınaklara, ormanlara, dağlara sürüldüğü/doldurulduğu Giorgio Agamben’in demesiyle yaşatılmadığı, öldürülmediği ama hayatta tutulduğu bir zaman ve mekândır.

John Berger’in biraz daha ileri gidip 'dünyanın hapishane haline getirildiğini' söylemesi ve hepimizi 'hapishane arkadaşı' ilan etmesi de bugün karşısında göz önüne alınması gereken yeni bir durum ve yapılması gereken başka bir tartışmadır.

Barbara Cassin’e göre “sürgünler, mülteciler, Yahudiler artık dışlanmış değil birer modeldir.” Bu dediğimiz artık otoriter ve totaliter ülkelerden tüm dünyaya yönelmiş ve orada da otoriterlik ve totaliterlik üreten bir göçün ve onun oluşturduğu insan prototipinin nedenlerinin en başında gelmektedir ve bu insanlar yani “ülkeden ülkeye giden mülteciler kimliklerini korudukları takdirde halklarının öncüleri” kuşkusuz sayılabilir, sayılmalıdır. Üstelik onların oluşturacak olduğu bir dünya, yurttaşlığı ve birlikte yardımlaşma ve dayanışma içinde yaşama biçimi bütün halklar için de geleceğe dönük hem insanlar hem de insan olmayan canlılar için bir umut kaynağı da olabilir.

Bu noktada yerleri yurtları işgal edilen kapatılan, sürülen insan olmayan canlıların da baştaki özelliklerinin ve hayatlarının çoğundan olduğu ve yeni dünyada farklı biçimlerde ve cinslerde- insan eliyle yapılan kısırlaştırma başta olmak üzere- büyük ölçüde şiddet ve işkence altında kendilerini hayatta tutmaya yani yaşamaya çalıştığı da burada belirtilmeden geçilmemelidir. Çünkü onlar da insanlarla birlikte yaşayan canlılar olarak yeni yaşama ve hatta direnme/mücadele biçimleri bulmaktadırlar. Herhangi bir kedi ya da köpeğin çoğunlukla trafikte ışık ve araçları kollayarak karşıdan karşıya geçmesi, beslenme için insan ve araçlarının dünyadan biraz olsun çekildiği zamanları tercih etmesi, sair zamanlarda gizlenerek yatıp uyuması bu yeni yaşama biçimlerine ilk akla gelen örneklerdir.

İnsanlar için buraya kadar söylenenler ise göçü, sürgünü bir kez daha iki yanlı bir sorun haline getirmekle kalmaz, bugünü ve geleceği belirleyecek olan asıl olgu da yapar. Çünkü göç ve göç eden hangi özgürlükleri talep ederse etsin ve sahip olursa olsun, bunlar anadilde konuşmayı içersin ya da içermesin, toplumlar ve gelenekler arasında neredeyse öldürmeye, ölmeye varan çatışmaların, yani birlikte yaşayamamanın temel nedeni olmaya doğru gitmektedir, hatta çoktan oraya da varmıştır. Bu yüzden dünyayı Zygmunt Bauman’ın dediği gibi "birlikte yaşamanın karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma ile ancak mümkün olabileceği bir yer haline getirmek" için çok uzun zaman mücadele etmek gerekebilir.

Toparlarsak geçmişin ve bugünün göç ve sürgünleri bugün karşısında insanın ev tartışmasını bireysel bir şey olmaktan çoktan çıkarmıştır. Bırakalım nazizim dönemini son kırk-elli yılın göçlerinin “İnsan ne zaman evindedir?” cinsinden soruları çoğalttığını, hatta bunu artık enternasyonal bir sorun haline getirdiğini ve bunun kaçılan ülkeler kadar göç edilen/gidilen ülkeler için de öteki/ler karşısında otoriterleşmesinin ne yazık ki nedenlerinden biri olduğunu, bunun onlara yönelen şiddeti çoğalttığını da biliyoruz. Bunlarsa bugün birlikte olmayı ve yaşamayı daha da zorlaştıran etken ve nedenler arasında en başta yer almaktadır.

Bu yüzden ev tartışması dünyanın, insanlığın geleceğini ve birlikte yaşamayı belirleyecek temel olgulardan biri halini çoktan almıştır. Dünyayı herkesin yani insanın, insan olmayan canlıların yurdu ve birlikte yaşadığı yer olarak kabul etmek için geç kalmış bile olsak da Barbara Cassin’in sorusunu ve buna verdiği yanıtı hatırımızda tutmalı ve herkes için talep etmeliyiz: “Öyleyse insan ne zaman evindedir? Yakınları, dili ve dilleriyle birlikte kabul edildiği zaman” evindedir. Buna kedinin miyavlamasını, köpeğin havlamasını, atın kişnemesini, sığırın mağarmasını (bağırmasını), kuşların ötmesini (malum artık apartmanlara kuşlar için konmasın, konarsa çırpına çırpına ve kan içinde ölsün diye keskin çivi ve teller yerleştirilmektedir) yani doğanın bütün canlıların dili olmuş ve insana karşı çığlık olmuş sesini ekleyebiliriz.

Richard Sennett’in dediği gibi, "dünyayı kaplayan modernizme rağmen memleketi seyyar hale getiren, bize yeni ve eskisinin yerine çoğunlukla geçmeye eğilimli bir ev ve dünya veren şeylerin en başında ihtiyatla da olsa yine dilin geldiğini" belirtip geçebiliriz.