Depremin yarattığı felaketi tartışıyoruz. Bu felaketin yıkıcı
boyutlarını büyük ölçüde kentleşme ve yapı üretim politikalarımızın
belirlediğini biliyor ve tekrar tekrar söylüyor, dinliyoruz. Ama bu
politikaların salt üst ölçekte kurulan çerçeveler olmadığını,
aksine kentin ve kentsel toplumsal yapının kılcal damarlarında
işleyen, buralarda yeniden üretilen davranış ve ilişki biçimleri
olduğunu ihmal ediyoruz. Oysa kentsel siyaset dediğimiz şey, büyük
ölçüde, bu. Bu kılcal örüntüler çok detaylı analizleri hak ediyor;
bu yazıda bunu yapmak imkânsız, böyle bir iddiada bulunmak da
yersiz. Yine de, başlıktaki soruyla başlayarak biraz düşünmek
anlamlı olabilir gibime geliyor.
İnsan neden kaçak yapı yapar? Bu sorunun birden çok cevabı var
kuşkusuz; bahsettiğimiz “insan”ın kim olduğuna, elindeki
olanaklara, kentte hangi ağlar içinde var olduğuna, güç, para,
donanım vb. açısından sermayesine bağlı olarak değişen. Yine de ilk
cevap “mecburiyetten” olmalı herhalde. İlk akla gelen örnek,
gecekondu. Kırdan kente göçen ve kente tutunmaya çalışanların kamu
arazisini işgal edişi. Bugün bu kalıp gündemden çıkmış görünse de,
aslında küçük ölçekli, bireysel yapı üretimi kent çeperlerinde yine
bu görünümü arz ediyor. Deprem bölgesinde (bunu aşağı yukarı tüm
Türkiye’ye genelleyebiliriz) kent çeperlerindeki gelişme, az veya
çok, bu kalıbı içeriyor. Yani kent çeperinde kendi arsasına yapı
inşa etmek isteyen bireyler çoğu zaman, tıpkı gecekondu inşa eder
gibi, teknik hizmetten yoksun, yasal süreçlerden geçmemiş yapılar
üretiyor. Bu yapıların gecekondudan tek farkları, mal sahiplerinin
kendi arazileri üzerine inşa edilmiş olmaları. Peki ama neden? Hak
etmedikleri bir rant yaratıp el koyma gayreti içinde değillerse
neden kaçak bina üretsin insanlar? Cevap, yukarıda söylendiği gibi,
“mecburiyetten”; zira belediyeler eliyle işleyen imar mekanizması
insanları buna mecbur bırakıyor. Bunu biraz açmalıyım.
BELEDİYE MECLİSLERİ NEYE YARAR?
Normal koşullarda, ya da kuramsal olarak diyelim- belediye
meclisleri doğrudan demokrasiye ulusal ölçekten daha yakın, yerel
siyasetin demokratik müzakereye ve denetime açık mecralarıdır.
Ancak bugün Türkiye’de belediye meclislerinin başlıca işlevi imar
faaliyetleri üzerinden rant üretmek ve paylaş(tır)mak. Zira
belediyeler hem imar faaliyetinin önünü açan, hem önünü kapatan (bu
çok önemli) ve bu yolla arsaya olan arzı ve talebi manipüle eden
araçlar.
Yukarıda kendi arsasına yapı inşa etmek isteyen yurttaş
üzerinden yaptığım örnekleme aslında tek başına çok anlamlı değil.
Çünkü bu yurttaşın, içerisinde hareket ettiği çerçeve çok daha
büyük ölçekte operasyonlar yürüten yatırımcı, mal sahibi ve
müteahhitler tarafından manipüle ediliyor. Bugün Türkiye
kentlerinde imara açılan alanların büyük kısmı ihtiyaç ve kamu
yararı gözetilerek değil (zaten büyük kentlerin tamamında konut
ihtiyacı olmadığı halde konut üretilmekte) arazi spekülasyonu
güdüsüyle imara açılmakta. Hepimiz biliriz ki imara açılan bir
bölgedeki araziler -en azından bunların bir kısmı- önceden
birilerince ucuza satın alınmıştır. Belediye imar komisyonundan ve
belediye meclisinden geçen düzenleme henüz hukuki geçerlilik bile
kazanmadan ilgili alanda planlama çalışmaları başlar. Ve hukuki
süreç tamamlanır tamamlanmaz -yaratılan imar durumunun olası tüm
sakıncalarına rağmen- inşaat faaliyeti başlar.
Burada yaratılan rant, plansız kentleşme, rüşvete batmış yoz
ilişkiler vb. yine hepimizin bildiği, haberlerde okuduğu şeyler.
Söylemeye bile gerek yok; bu şekilde imara açılan alanlar, deprem
bölgesinde gördüğümüz, zemin uygunsuzluğundan kaynaklı yıkımların
başlıca sebebi. Ancak ilk bakışta görünmeyen şey, bu sürecin
sürekli bir arz dinamiği teşkil etmediği. Bir sonraki
aşamada, hesapsız ve plansız imara açılan yerler bazen mağdur olan
yurttaş, bazen kamu yararını savunan meslek örgütleri tarafından
dava konusu yapılır ve planlar iptal edilir. Doğan hukuki kaos imar
faaliyetini kilitler. Şimdi bu döngünün tekrar tekrar ve bazen
kasıtlı olarak yenilendiğini düşünelim. Bu durumda, ilk bakışta
arsa arzı gibi görünen sürecin aslında bir arsa darboğazına
dönüştüğünü görürüz. İşte bu bağlamda, baştaki yurttaşa dönersek,
onun arsası önce imara açılmış, sonra kapanmıştır. Kendi arsasına
yapmak istediği yapı önce mümkün kılınmış, sonra -eğer inşaya devam
edecekse- kaçak durumuna düşmüştür.
Böyle bir durumda yurttaş açısından en rasyoneli inşaata devam
etmektir; bu problem eninde sonunda çözülür (diye düşünecektir
yurttaş). Çözülmese bile fiili durum yaratılır; bir noktada ya
mahkeme kararıyla, ya belediye düzeyinde yeni bir planla ya da
ulusal ölçekte imar affı, vb. gibi bir yöntemle yapı yasal hale
gelir, gelecektir. Bu fiili durumun uzamasının kimseye zararı da
yoktur; bilakis, belediye için oy devşirecek vaadlerin konusudur.
Yapı bir noktada yasal hale gelir gerçekten; gelir ama kaçak
ilerleyen yapı tabii ki yeterli teknik donanımdan yoksundur, zira
denetim dışı üretilmiştir. Bugün Türkiye kentlerinin büyük kısmında
kent çeperindeki tekil arsalarda bu şekilde konut üretilmekte. İşte
bu kalıp, bize hem 2000 öncesi üretilen, hem de daha sonra
üretildiği halde depremde ciddi hasar gören birkaç katlı yapıların
dinamiğini gösteriyor. Buna bir de her imar affı vaadinde kat
eklenen yapıları ekleyin.
'ÇALMAK PROJEDE BAŞLAR'
Deprem bölgesindeki kentlerden birinde, uzman bir inşaat
mühendisiyle konuşurken söylenen bu söz, duyduğum anda tüylerimi
diken diken etti. Muhtemeldir ki okuyucuların bazılarında da aynı
etkiyi yaratmış olsun. Açgözlü müteahhit figürü günahın tümünü ona
yüklemeyi kolaylaştırıyor; böylelikle hem daha üst düzeyde
belirleyici olan politikaları ile sorumlu olan iktidarı, hem de
yapı üretim sürecinde yer alan diğer aktörleri gözden kaçırıyor.
Yukarıdaki cümle projeye vurgu yaparak bu açıdan işin çok daha
acıklı boyutunu gündeme getiriyor; teknik kapasitemizin, yani
mimar-mühendislerimizin, ortalama niteliğini. Burada
“ortalama nitelik” vurgusu önemli, çünkü 21. yüzyılda
mühendislik-mimarlık bilgisinin azlığından söz etmek tuhaf. Ancak
nitelik, piyasaya terk edilmiş ilişkiler içerisinde sadece yüksek
maliyettir. Daha ucuzunu arayan müteahhit, kendi çizmediği projeye
bile imza atacak mimarı ve mühendisi bulur, hatta bilir. Emeğinin
değerinin de, mesleğinin toplumsal sorumluluğunun da ayırdında
olmayan mimar-mühendis en kârlı, en ucuz mimari ve statik projeyi
imzalamakta beis görmez. Muhtemelen meslek etiği kadar teknik
bilgisi de yetersizdir zaten. İşte bu olgu da, 2000 sonrası inşa
edildiği halde yıkılan ya da ağır hasar gören yüksek katlı
apartmanların tahribatında etkili olan ikinci dinamiği oluşturuyor
(diğeri, yukarıdaki başlık çerçevesinde değindiğim, zemini uygun
olmayan alanların, çoğunlukla tarım alanlarının, belediye
meclisleri eliyle imara açılması).
Bugün piyasada böyle binlerce mimar ve mühendis var; her yıl,
eğitim kalitesinin çok düşük olduğu yüzlerce okuldan mezun olan
binlerce mimar ve mühendis. Burada iğneyi meslek insanlarına
batırıyorum ama çuvaldızı da esirgemeyelim. Durmadan sayıları
artırılan ve niteliği düşürülen üniversiteleri bir tarafa
bırakalım. İronik bir biçimde, bugün hiç gerekmediği halde,
depremzedeleri öğrenci yurtlarına yerleştirme gerekçesiyle, yüz
yüze ve uygulamalı eğitimden mahrum bırakılan öğrencilerden de söz
etmeyelim. Geçtiğimiz yirmi yıl içinde meslek örgütleri (mimar ve
mühendis odaları) artan nicelik karşısında meslek mensuplarının
ortalama niteliğini artırmak için girişimlerde bulundular. İnşaat
Mühendisleri Odası yetkin mühendis tanımını geliştirip mevzuata
sokmak istedi. Mimarlar Odası üyelerine meslek içi eğitimi zorunlu
tutarak mimarları kendilerini geliştirmeye “zorlamayı” denedi.
Ancak bu tür girişimlerin hepsi yargı kararlarıyla iptal edildi.
Zira 1938 tarihli Mühendislik ve Mimarlık Hakkında Kanun uyarınca
dört yıllık diploması olan herkes mesleği uygulama yetkisine sahip.
Eskimiş mevzuatın problemleri yanında bir de “yeni”, piyasa odaklı
düzenlemeler var. Rekabet Kurulu odaların mesleki hizmetler için
asgari ücret belirleyemeyeceğini ilan etti örneğin. Mimarlar
Odası’nın bir mimari projenin asgari değerini, bırakın belirlemeyi,
dillendirme yetkisi yok bugün. Yine odaların mesleki denetim yapma
yetkileri iktidarın müdahaleleriyle ellerinden alındı. Yani bugün
odalar ne üyelerini ne de ürettikleri projeleri denetlesin
isteniyor.
Kısacası, bugün, yeni kentler, yeni Maraşlar, Antakyalar inşa
etme vaadleri, içleri boş olduğu kadar ümitsizler de. Çünkü bunları
inşa etmek mümkün olsa bile, aynı kentleşme politikalarının
belirlediği, aynı yapı üretim tarzlarının yarattığı çevreler, aynı
zaaflarla gelişmeye ve yine depreme dayanıksız hale gelmeye mahkûm.
Meğerki, kentsel gelişme rejimimizi radikal biçimde yenilemeyi göze
alalım.