İnsan yaşadığı şehre benzer

Güzel binalardan önce, güzel kentler talep etmeye başlamamız gerekli. Binamızın tek başına güzelliği, oluşan bütünün çirkinliğine katkı sağlıyorsa bunu görmeli ve fark etmeliyiz.

Abone ol

Sait Özkal Yüreğir* saitozkal@gmail.com

Her yıl dünya çapında ve ulusal düzeyde yılın en iyi 10 binası yüzyılın en iyi 100 binası tarzı listeler açıklanıyor, birtakım mimarlar ve binalar servis ediliyor, PR'lar yapılıyor. Ödüller veriliyor. Hatta bazen çevreye saygı, kent dokusuna uyum artı değer olarak değerlendirilip ödül konusu bile oluyor.

Mimarlık okurken sevdiğim bir hocam “güzel bina yoktur güzel kent vardır” derdi. İyi binayı, kent dokusuna uyan ve o dokunun parçası olmayı başarabilen, çoğunlukla kent içinde yok olabilmeyi başaran bina olarak tanımlardı. Bu tanımı genişletip; 'kent dokusunun parçası olan ağaçların arkasında saklanabilen bina güzeldir' derdi. Gerçekten de biz mimarlar, sitelerle sarılı, içinden otobanımsı yollar geçen kent parçalarındansa, disiplinli, birbiriyle yarışmayan binalarla örülü ve ağaçla, insanla bağ kurabilen caddeleri, sokakları hâlâ konuşurken ve yazarken daha fazla severiz. Zaten zor olan da uyumlu olanı, parçası olanı, yerine ait olanı, görünmez olanı yapmaktır.

Bu öğretinin üzerinden geçen yaklaşık yirmi beş yılın ardından iyi binanın tanımı, değişen algılar ve taleplerle birlikte kentten bağımsız başka bir şey olarak kabul görmeye başladı. Kapitalizmin taleplerinin iyice kuşattığı ülkemizde mimarlardan sürekli farklı olan, gösterişli olan, hatta kitsche varan düzeyde süslü binalar talep edilmeye başlandı. Tarihi yapı ve tarihsellik de bu düzende artık sadece farklı oldukları için kabul görüyor, ki bu yüzdendir kitsch bazen yeni binalarda bile Antik Yunan'dan girip Selçuklu mimarisinden çıkabiliyor. Devlet bile artık kamu yapılarında bunu talep eder oldu. Kent dokusu deyince de aklımıza sadece tarihi kent merkezleri geliyor. Onlar için de kurulan hayallerin başına mutlaka "turizm" kavramı getirilip, kent dokusu bu sefer sosyal doku üzerinden tümörleştiriliyor.

Özellikle büyük kentlerimizde insan olarak yaşama şansımız neredeyse kalmadı. Mutlaka birtakım araçlara, vasıtalara, güvenliğe, sonsuz dikkate ve ayık olmaya ihtiyacımız var. Otomobillerimizi bizi şehirden soyutladığı ve güvende tuttuğu için seviyoruz. Çocuklarımız sokaklarda güvenle gezemiyor, bisiklete binemiyorlar. Yaya olarak büyük bir şehirde dolaşma şansımız neredeyse yok oldu. Tek tek güzel binalara sahip olsak da bütünde bir kent kurgusu ve dokusundan bahsetmek imkansızlaştı.

Şehrin içinde yaşayıp şehre neredeyse hiç temas etmeyen başarı ve bireysellik odaklı yeni orta ve üst sınıf kentli profilinin talepleri ile yeni müteahhit profili, doğal olarak kentten bağımsız bir şekilde mimarlığın yeni terminolojisi ve kapitalizm ile doğal bir biçimde kenti, dokusunu dışarıda bırakarak kommensal bir ilişki kurdu. Bina kendini göstermeli, diğerlerinden farklı görünmeli, fark yaratmalı, duruşu olmalı, söyleyecek bir sözü, manifestosu olmalı, simgeleşmeli vs. gibi kent dokusu ile çelişen, onlarca havalı söylem dizisi getirildi ve mimarlık dünyası ile toplumun çoğunluğunda genel kabul gördü. Biz mimarlar da bu yeni terminolojiyle inşa etmeyi bazen daha kolay ve hızlı bulduk, sevdik ve benimsedik. Hatta mimarların taleplerine yetişemediğini düşünen, her şeyin sahibi bazı müteahhitler de ileriye gidip üzerine taçlar giydirilmiş binalardan, aykırı cephe düzenleriyle ve renklerle, çeşitli renkli ışık oyunlarıyla, kendi isimleri yazan koca yazılarla mimardan bağımsız, iyice süslü ve gösterişli kılmaya çalıştı binalarını. Kente uyum ve saygıdan çoktan vazgeçtik de, tarihi kent siluetlerini bile ezen bir sürü “simge” binalarla doldu şehirlerimiz.

Şehir planlama pratiği ve mevzuatlarından bahsettiğinizi duyar gibiyim, o bu yazıyla direkt bağlantılı olsa da ayrı bir tartışmanın ve yazının konusu olmaya değer.

Mimarlar mesleki anlamda içine düştükleri bu çelişkili durumun farkında olarak; “bunu ben yapmazsam zaten başkası yapacaktı" cümlesiyle başlayan etik kayma ile mimarlık adıyla işlediğimiz bu kent suçlarını içselleştirdi. Üniversite eğitimleri çoğunlukla bu pencere ile binaya ve parsele odaklandı. Cephe mimarlığı diye bir kavramı da duyduk bu yıllarda dillerde. Çünkü daha gösterişlisini daha farklısını, daha havalısını yapacağını beyan eden mimarlar müteahhitleri buldu ve ikna etti. Kentle ilişki kurmak istemeyen orta-üst sınıf kentli ile kapitalizmin talebi ile şekillenen yeni mimari sürekli birbirini besleyen, birbirinden beslenen bir ilişki ağı kurdu, gittikçe şehre dokuya duyguya yabancılaştı, içe kapandı, kendi sosyal ilişkilerini içeride yaşamaya başladı. Kentle mümkün olduğunca ilişki kurmayan yeni bir kentli modeli çıktı sahneye. Bu kentli şimdilerde şehirleri terk ediyor. Daha fazla elitlik ve içe kapanıklık istiyor. İhtiyaçlarını AVM'lerden ve büyük marketlerden karşılıyor. İşe gitmek dışında ancak yeni marjinal bir organik kahvaltıcı ya da havalı bir İtalyan pizzacı açılmışsa şehre dokunuyor. Böylece şehirden uzakta şehre ihtiyacı olmayan konsept uydu siteler oluşuyor. Şehirden tek beklentileri geniş ve hızlı yollar ile her köşe başında otoparklar oluyor.

Yeni yapılan AVM'ler bütün bu taleplerin ışığında, şehrin en güzel caddelerindeki mağazaları kapattırıp büyük vaatlerle ve uzun vadeli sözleşmelerle içine hapsedebiliyor ve buna şehri yönetenlerin sesi çıkmadığı gibi, 'şehrimiz yatırım alıyor' diye seviniyorlar bile. Ama sonra şehir boşalan o caddeden başlayarak kangren olmaya ve ölmeye başlıyor. (Adana'daki 01burda AVM ile Ziyapaşa Bulvarı örneği gibi). Şehir kalbinden usul usul çürümeye başlıyor. Bildiğimiz tanımlardan başka bir şeylere dönüşüyor.

Batıda ya da doğuda bu işler nasıl yürüyor bilemiyorum, ancak ülkemizde bile kent dokusu konusunda disiplini elden bırakmamak için uğraşan şehirler azınlıkta da olsa hâlâ var. Kentlerin içerisind,e bahsettiğim şekilde üretilmiş her yapının söyleyecek ayrı ayrı sözü, duruşu vardır eminim, hatta bir kısmı da çeşitli güzellemelerle mimarlık medyasında ya da ulusal medyada yazıldı çizildi. Ama artık biz mimarlar koca bir kent kakofonisi içerisinde kör gözlerle sokaklara dağılmış bir şekilde iyi ve güzel olanı arıyoruz. Çünkü artık bu kakofonide, kent dokusu adına kan gitmeyen gözlerimizi, kulaklarımızı dolayısıyla da şehir duygumuzu çoktan kaybetmeye başladık. Gözlerimiz görse bile geldiğimiz noktada şehirlerimizin çoğunda o bütüncül güzelliği bulma şansımız da en azından bizim nesillerimiz için sonsuza kadar ortadan kalkmış gibi görünüyor. Güzel diye bugün ayrı ayrı ortaya konan binaların bütünde yarattığı kakofoninin notalarını ayrı ayrı güzellemeye çalışmak, şehirlerimizin tabutlarına bir çivi daha çakmak demek oluyor.

Birçok mimari proje yarışmasının sonucunda elde edilen yapılarda da çoğunlukla durum pek farklı değil. Zira seçilen projelerin her biri kendi içerisinde şüphesiz simge özellikleri ve yapı plastiği açısından güzel/iyi binalar iken, sorunlara akılcı çözümler üretebilmişken ve neredeyse hepsinde ulaşım ve kentle bağlantı analizleri, şemaları paftaları süslerken kent dokusu içerisindeki görünmezlikleri, dokuya saygısı yeterince tartışılan bir şey olmaktan uzun süredir çıktı.

Klasik bir tanım ama, kent tam anlamıyla bir organizmadır ve temel işlevi, içerisinde yaşayan insanların ve canlıların dilediğince yaşayabilmelerine olanak sağlayan o güvenli birlikteliği sağlamaktır. Şehirlerin dokusu, estetiği, ahengi, duygusu olmalıdır ki şehir ve içerisinde yaşayan canlılar uzun süreler hastalanmadan aidiyetle, güvenle, barış ve mutluluk içerisinde yaşayabilsinler. Kentler mevzuat karmaşaları üzerine kurulmuş kurnazlıklarla değil saygıyla, kullanıcı eliyle, bir çocuğun sokakta güvenle gezebilme kurgusuyla, bahçedeki zeytin ağacının yeriyle de şekillenebilir, yaşar, yaşatır. Bazen o oyun alanları güvenli şehrin içerisinde kendiliğinden oluşur, bazen evin kapısının penceresinin yeri komşuya göre ayarlanır, bazen de sağındaki solundaki yapılardan omuz alarak oyunun parçası olurlar. Birlikte yaşamaktır kent ve çok hücreli bir organizmadır. Bu canlı organizmayı oluşturan her nesnede hayat, uyum, ahenk ve duygu vardır. Tasarım ise, işlerin tıkandığı yerde, çıkarların çakıştığı yerde isteklerin çeşitlendiği noktalarda, tekniğin elzem olduğu yerde devreye girer. Bozmaz, kendini daha mühim kılmaz, kendini tanrılaştırmaz, starlaştırmaz. Tıpkı bir ilaç gibi organizmanın yaşamsal değerlerini kaybetmeden yaşamasına yardımcı olur hastalanmasını engeller, ihtiyacını karşılar. Ve her ilaç gibi fazlası zehirler hasta eder ve bazen geri dönüşü mümkün olmayan ahrazlar bırakır.

Ama sanki artık şehirdeki her nesne (kontrolsüzce) tasarlanmalı ve her tasarım ilginç, enteresan ya da farklı olmalı, simgeleşmeli gibi bir yaklaşımımız var. Her yere her noktaya, parklara, her küçük soluk noktasına, her ağacın gövdesine dalına, yerdeki ota toprağa, kendiliğinden oluşmuş her kent dokusuna hunharca el atıp tasarlamaya çalışıyoruz. Şehirlerimizi ve toprağımızı bilerek ve isteyerek sakatlıyor ve zehirliyoruz. Sakin olmamız ve önce mevcut olana saygı duymamız gerek.

Edip Cansever "insan yaşadığı yere benzer" der.

"İnsan yaşadığı yere benzer
o yerin suyuna o yerin toprağına benzer

suyunda yüzen balığa
toprağını iten çiçeğe
dağlarının tepelerinin dumanlı eğimine benzer
göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
denizine benzer ki dalgalıdır bakışları"

Bu şiire bir dize de eklemek gerekirse "insan yaşadığı şehre, içinde yaşadığı binanın kentte duruşuna benzer" desek şiire aykırı kaçmaz herhalde.

Şehirler bizim, biz de yaşadığımız şehirlerin aynasıyız. Baştan aşağıya yarım yamalak, bütünü düşünmeden tasarlanmış hayatlar yaşıyor ve çocuklarımıza hareket alanı bırakmadan, mutsuz olacaklarını çok iyi bildiğimiz halde daha fazla tasarlanmış ve bireyselleşmiş, hayatın merkezinde olma hissiyle yeni bir hayat sunmaya uğraşıyoruz. İstiyoruz ki onlar da binalar gibi bütünden sıyrılsın, parlasın, farklı olsun enteresan işlerle uğraşsınlar, bulundukları ortamın starı olsunlar. İçinde yaşadığımız binalarımıza benzetmeye çalışıyoruz kendimizi de onları da.

Kent içinde kötü huylu tümör gibi, kentin her yerine yayılmış ve bağımsızlığını ilan etmiş yapılar, şehrin ortasında şehre sırtını dönmüş içe kapanık siteler, şehri ve doğayı yırtıp göğe ulaşmış bloklar bize de insan olarak içinde bulunduğumuz toplumdan aykırılaşma, sıyrılıp çıkma, onu ezme mesajı veriyor sanki. Yaşantılarımızda mutsuzuz, çünkü istediğimiz kadar başarılı değiliz, star değiliz, yeterince farklı değiliz. Biz mimarlar mimarlık yaparken mutsuzuz, çünkü bizden talep edildiği kadar enteresanlaşamıyoruz, o orta-üst sınıf kentlilerin sonsuz farklılaşma taleplerini takip ederken çoğunlukla geri kalıyoruz, doyumsuz binalar üretmekte yetersiz kalıyoruz. Müşterilerimizin talepleri kadar kurnazlaşamıyoruz. Vicdanımızla, meslek etiğimizle, ahlakımızla, geçimimizle sürekli yüzleşmek zorunda kalıyor ve çoğunlukla bu çelişkilerimize yeniliyoruz. Bizden çoğunlukla mesleki ve temel ahlaki değerlerimizi çöpe atmamız açıkça talep ediliyor. Kısacası bazen hiç istemesek de biz mimarlar da içinde yaşadığımız yerlere benziyoruz.

Artık azınlıkta bir grup mimar şehri savunma derdindeyken, kentlere, insana, kültüre aykırı kavramlar üzerinden yeni bir dil inşa edilip çoktan gelecek kurgumuzda yer edindi bile.

Büyük kurnazlıklara kapı aralayan bu soyut terminoloji referanslı üretimler ile karmaşık ve değişken mevzuatlar dizisi sonucu oluşan yeni kent dokuları, zamandan ve mekândan ari tasarlanmış binalarla doldu.

Yeni toplum düzenimiz ve mimarlık anlayışımız kentlerimizi ve haliyle bizi öldürüyor. Bir yerde başlayan bozulma metastaz yaparak ilerliyor. Kent dokularımızla birlikte sosyal dokularımız da mesleki dokularımız da ahlaki ve vicdani dokularımız da hızla bozuluyor. Bundan kurtulmanın yolu önce fark etmek ve hasta olduğumuzu kabul etmekle başlamalı, sonra da gelecek nesillere şehir diye bıraktığımız her anlamda hasta dokuyu görmeye başlamakla olmalıdır. Güzel binalardan önce, güzel kentler talep etmeye başlamamız gerekli. Binamızın tek başına güzelliği, oluşan bütünün çirkinliğine katkı sağlıyorsa bunu görmeli ve fark etmeliyiz. Ayrıca siyasetten mesleki örgütlenmelere kadar her alanda ahlak ve etik temelli koalisyonları şimdiden hızlıca kurabilmemiz de gerekir ki, fark etme sürecimiz hızlansın, değiştirebilme gücümüz artsın. Bugün "güzel" tanımımızı tekrar tekrar gözden geçirerek bütünsel bir bakış açısını yeniden tesis edebilirsek, bunun yanında kent adına olan biteni fark edersek ve (her ne ise) gerekeni yapmaya hemen başlayabilirsek şehirlerimiz belki yarım asır sonra güzel şehirler olma yolunda umut vadedebilirler.

*Mimar