Şu ülkede yüreği ağzında yaşamamak nasıl mümkündür ey okur? Şöyle göğsünde sıkışma hissi olmadan, huzurlu olunabilir mi? Kendini devasa boyutlarda zehirli bir örümceğin ağına takılmış, kurtulmaya çalıştıkça ağa daha fazla dolanan zavallı bir av gibi hisseden bir tek ben miyim, yoksa herkes az çok böyle mi hissediyordur? Yeşile düşman rant çetesinin zehirli iğnesi hemen herkesi yarı komaya sokmuş, hareketsiz, duyarsız bırakmış olabilir mi? Bu çetenin kıyım listesi kabarık, ama kıyıma ses çıkarmamış olmakla bizim hanemize de epey günah yazılmış durumda. Bütün ülkeyi bu çete teslim alırken uyuduk. Restorasyon adı altında tarihi eserler yok edildi. Bu çete zengin olsun diye geçilmeyen köprüler, kullanışsız hatta kullanımı riskli ama devasa bir havaalanı, pahalı otoyollar, içine sağlıklı girenin hasta çıkması koşuluyla işletmeye açılmış şehir hastaneleri, getirisi götürüsüne değmeyecek HES’ler, hemen her kentte ama en çok da İstanbul’da kentsel dönüşüm masalıyla zevksiz, sevimsiz, sağlamlığı kuşkulu çok katlı siteler, Ankara’da bir kaçak saray, içindeki oyuncakları ziyarete açılmadan çürüyen bir tema park inşa edilmedi mi? Tarım arazileri ranta açılmadı mı? Bütün bunlar, ormanları yok etme, verimli arazileri betonlaştırma, dağları dümdüz etme, böylece ekosistemi çökertme pahasına yapılırken etkili bir toplumsal bir muhalefet örgütlenebildi mi? İçim sıkılıyor inanın. Yüreğim sızlıyor. Bu kötülük karşısında nutkum tutuluyor.
Bu nasıl bir nefrettir? Bütün bunları fütursuzca sadece para için yapıyor olamazlar sanki. Burada bir türlü dindirilemeyen bir hınç, önüne set çekilemeyen bir nefret görüyorum. Oysa rant ne kadar büyük olursa olsun içlerindeki nefret gediğini dolduramayacak. Onlar da eli sürekli artıracaklar. En son, Kaz Dağları'nın ağaçlarının, bütün bir bitki örtüsünün, börtü böceğin, kısacası bütün doğal yaşamın bir avuç altın için nasıl yok edilmekte olduğuna tanık oluyoruz. Bahadır Özgür’ün nefis yazısını olup bitenin arka planını merak edenler için buraya bırakıyorum.
Bahadır Özgür’ün yazısının ilk paragrafında referans verdiği 23.04.2008 tarihli Milliyet gazetesinin haberi çok dikkat çekici. Özellikle de o zamanki Çevre Bakanlığı’na bağlı Orman Genel Müdürlüğü bürokratı Kemal Kara’nın şu sözleri beni dehşete düşürdü: “‘Genel Müdürlük ormanları korumakla görevli değil midir?’ Evet. (...) Birinci görevimiz korumak. Ama biz aynı zamanda şuna inanırız. Cenab–ı Allah insanoğlunu yarattığı zaman onu merkeze koymuştur ve bütün diğer yaratıkları onun emrine vermiştir. Ve insanoğlu da akıllı bir şekilde koruma kullanma dengesine mutlaka dikkat ederek bu kaynaklardan istifade edecektir.”
Bakar mısınız insanlık üzerinden takınılan şu tavra, şu kibre? İnsanın bütün bir tarih boyunca kendini böylesi bir kibirle yüceltmesi ne çok yıkıma sebep oldu üstelik. Yetmedi mi? Aklın böylesine araca dönüşmesi de, bütün varoluşun insan için olduğu fikri de bizzat insanın kendisinin en büyük açmazı olmadı mı? Kendi çöpünde boğulmak üzere o burnundan kıl aldırmayan, insan denen canlı. Aç kalmanın eşiğinde. İnşa ettiği beton yapılar yenmiyor maalesef. Sular kirlendi. Zaten ihtiyaca yetmiyor. Kanser hepimizin evinde artık. Öylesine zehirleniyoruz. Kendi atığımız bizi hasta ediyor. Teknolojiden vazgeçemiyoruz. Cep telefonlarımız yastığımızın üzerinde uyuyoruz. Uykumuz uyku değil, radyasyonun beynimize yaptıkları umurumuzda değil. Çılgınca tüketiyoruz. Yiyoruz içiyoruz. Kirlenmiş gıdalarla, sentetik pek çok maddeyle tatlandırılmış paketlenmiş zehirlerle tıka basa dolduruyoruz midemizi. Obezite yaygınlaşıyor. Avuç avuç ilaçla neden olduğumuz hastalıkları tedavi etmeye çabalıyoruz. Kendi yarattığımız girdabın içinde, baş döndürücü bir hızla dibe doğru çekiliyoruz. Neden? Bencilce bütün varlıkları insanın hizmetinde sandığımız için. O denge kuracağını sandığımız akıl, kontrol etme saplantısıyla kendini tuzağa düşürüyor. Akıllı insan, aklına hayran olduğu ölçüde de kendine düşman. Aklı bir şey sanıp duyguyu böylesine hiçe sayınca geriye alt edilemez bir kötülük kalıyor: Büyük bir hınçla, doyurulamaz bir iştahla, baş döndüren bir nefretle büyüyen bir kötülük. Aklın kötülüğü. Aklımızı feda ederek bu kötücül eğilime direnmeliyiz. Yoksa felaket kapımızda…