Ali Mahmut Demirel'in video çalışmalarından oluşan Ada sergisi Arter'de. Sanatçıyla video sanatının gelişimini ve sergisindeki insan sonrası ütopya düşüncesini konuştuk.
Ali Mahmut Demirel 90'lı yıllardan bu yana video üretimlerini
sürdüren bir sanatçı. Uzun süredir de video çalışmalarını müzik
gruplarının klipleri ve konserleriyle gerçekleştiriyor. Sanatçının
İstanbul'daki ilk kişisel sergisi Ada, Arter'de Temmuz ayına kadar
görülebilir. Post-Apokaliptik Ütopyalar serisine ait üç videosunun
ve bir de eski tarihli işinin yer aldığı sergi insan sonrası bir
doğanın olanaklarına bakıyor. Sergiyle eş zamanlı olarak da
İstanbul Film Festivali'nde sanatçının esinlendiği üç filmin
gösterimi yapılacak. Ali Mahmut Demirel'le 90'lardan bu yana
gelişen video sanatını ve Ada sergisini konuştuk.
Ali Mahmut Demirel
1990'ların başında ODTÜ'de mimarlık okuyorsunuz, daha
sonra da GİSAM'da (Görsel İşitsel Sistemler Araştırma ve Uygulama
Merkezi) araştırma görevlisi olarak çalışıyorsunuz. Sanırım GİSAM
video alanında Türkiye'deki ilk oluşumlardan biri. Öncelikle 90'lar
Ankara'sındaki video tartışmalarını bugünden baktığınızda nasıl
değerlendirirsiniz? Sizce o dönemki çalışmalar bugüne neler
devretti?
Evet 90’lar Ankara’sında GİSAM etrafında çok özel bir video
sanatı devinimi oluştu. Avrupa’dan çok değerli video sanatçıları
atölye çalışmaları yapmak üzere davet ediliyordu. Ve henüz
bilinmeyen bir mecra olduğundan az ve öz sayıda katılımcı oluyor,
bu da samimi bir ortam yaratıyor ve paylaşımı yoğunlaştırıyordu.
Video sanatçıları dışında Ulus Baker ve Hasan Ünal Nalbantoğlu gibi
felsefi ve sosyolojik tartışmaları açan çok değerli katılımcılar da
vardı. GİSAM’da ayrıca çok değerli bir de video kütüphanesi
oluşturulmuştu. İlk video sanatı örneklerini izleme ve bunu anlama
şansımız da o sayede oldu. Bunun dışında bir de Alman Kültür
Merkezi’nin kütüphanesinde enteresan kaynaklar bulabiliyorduk, daha
çok basılı medya olarak. İnternet erişimi yaygınlaşmadığından
bunlar çok önemli kaynaklardı o yıllarda. Onun dışında başka
şekilde video art izleme olanağımız yoktu. Birçok video sanatı
örneğini sadece okuyarak öğrenmiştim ve kafamda canlandırmak
durumunda kalmıştım. Şimdi düşünüyorum da bu çok enteresan bir
olguydu aslında. Ankara’da video art gösteren bir galeri de yoktu.
Sadece Ankara Film Festivali’nin deneysel kısa film yarışması
bölümünde video art sınıfına dahil edilebilecek örnekler
izleyebiliyorduk, ve yaptıklarımızı daha geniş bir kitle ile
paylaşabileceğimiz tek ortam belki de orasıydı. Netice itibariyle o
dönemden özgün birçok video sanatçısı ve video art işi çıktı.
Aslında 90'lar dünyada da video üzerine çalışmaların
yoğunlaştığı bir dönem. Siz bu 30 yıla yaklaşan süreci video
üretimi açısından nasıl değerlendirirsiniz? Teknik imkanlar olarak
çağ atlanan bir dönemdi. Sizce nereden nereye geldik?
Handycam adı verilen küçük ve ucuz video kameralarının piyasaya
sürülmesiyle 90’larda video sanatı çok ulaşılabilir oldu. Bu olumlu
bir şekilde gerilla üretimi yapan birçok bağımsız sanatçıyı öne
çıkardı. Ben de bunlardan birisiyim. Şimdiyse her telefonda iyi bir
kamera var ve hayatımızın kopmaz bir parçası halinde. Kamerasız
görüntü üretimi teknolojileri de son derece ilerledi. Artık video
sanatından çok dijital görüntü sanatı diye bahsedebiliriz bu
mecradan. Ben bu yeni teknolojileri de takip ediyor ve
olasılıklarını keşfetmeye çalışarak işler de üretiyorum. Lakin Ada
sergisinde sadece video kamera ile yaptığım ve dijital manipülasyon
ve üretimi özellikle kullanmadığım işlerim sergileniyor.
Destruction
Uzun bir süre Plastikman, Captain Comatose gibi dünyaca
ünlü müzik gruplarına video klip, konser tasarımı gibi işler
yaptınız. Bu tarz çalışmalarla video art olarak ürettiğiniz işler
arasında ne gibi benzerlikler ve farklılıklar var?
Bahsettiğiniz çalışmalarımın temel bağlantısı müzik. Müzik ve
görüntünün birlikteliği üzerine çalışıyorum. Çoğu örnekte önce
müzik geliyor ve ben ona eşlik edecek görüntülerin ve senaryonun
avına çıkıyorum. Bir tür görüntü dedektifliği gibi bir şey.
Allee
Bu sergiye gelelim. Ada serginizde Post-Apokaliptik
Ütopyalar isimli üç video iş yer alıyor. Bu seri nasıl bir
düşünceden doğdu? Bu üç video arasında nasıl bağlar
var?
Bu üçlemedeki videoların her biri, fonksiyonları farklı
sebeplerden işlememiş ve insanlar tarafından terk edilmiş
mekanlarda çekildi. Ben bu tür mekanlara özgür mekanlar diyorum.
İnsanlar terk edince bağımsızlıklarına kavuşuyorlar ve doğa ile
kendi harmonisini buluyorlar. Ben de bu harmoniyi gözlemlemeye ve
aktarmaya çalışıyorum bu seride. Fantezi olarak da insanların
yeryüzünden tamamen silindiği bir gelecek kurguluyorum.
Bu üç seri aslında distopya olarak da
değerlendirilebilir. Ancak siz neden ütopya olarak
nitelendiriyorsunuz?
Ben ütopya kelimesini her şeyin dengeli olduğu, mükemmel
işlediği, huzurlu bir düzen olarak algılıyorum. Bu bağlamda
çektiğim mekanların insanlar terk ettikten sonra daha ütopik bir
karaktere büründüklerini düşünüyorum. Ve bu algımı videolarımda
aktarmaya çalışıyorum. İnsanların yaşadığı ve işlevselliğinin iyi
olduğu düşünülen birçok yapılaşma daha distopik karaktere sahip
benim açımdan.
Sizce bu işler boş kalan AVM'ler, satılamayıp hayalet
şehre dönen toplu konutlar gibi günümüz tartışmaları arasında
nerede duruyor?
O yapılar da bir gün kendi dengelerini bulacaklar insansız
bağımsızlıklarında!
Sergide bu üç video işin yanında eski tarihli Hortum
isimli videonuz da yer alıyor. Onu neden bu serginin kurgusuna
eklediniz?
Hortum’u sergiye eklemek küratör Başak Doğa Temür’un fikriydi.
Bu yeni çalışmalarım ile Hortum arasında benim bilinçli olarak
farkında olmadığım çok enteresan bağlar yakaladı kendisi. İnsansız
yaşam, böcek detayı, suyun varlığı gibi. Bu bağlamda çok enteresan
bir birlikteliği olduğunu düşünüyorum yeni işlerimle beraber
sergilenmesinin.
Serginin aynı zamanda ilginç bir tasarımı var. Videolar
arası geçişlerde izleyiciyi yönlendirmişsiniz. Bu sergi tasarımı
nasıl oluştu?
Her çalışmanın kendine öz bir atmosferi ve sesi var. Bunların
bir araya nasıl geleceği konusunda çok düşündük. Her birini izole
etmektense birbirine enteresan bir şekilde bağlanan bir mekan
tasarımı yapmak istedik. Ben de aslen mimar olduğum için beden ve
mekan ilişkisi üzerine çalışmaya özen gösteriyorum ve bunu serginin
mekan tasarımına yansıtmaya çalıştık.
Aynı zamanda bu video çalışmaları yaparken
esinlendiğiniz üç film de 37'nci İstanbul Film Festivali'nde
gösterilecek. Bu filmlerle işleriniz arasında nasıl bir bağ
kuruyorsunuz?
Özellikle bu Post-Apokaliptik Ütopyalar serisindeki çalışmalarım
video sanatı örneklerinden çok sinema sanatından ilham almış
çalışmalar. Bahsettiğim gibi 90’larda video sanatı örneklerini çok
izleyemediğimizden sinema bana daha çok esin veren bir kaynaktı.
Stalker filminde Tarkovski’nin teknoloji kullanmadan yarattığı
bilim-kurgu atmosferi, büyüleyici görselliği ve şiirselliği;
Jarman’in İngiltere'nin Sonu filminde kamerayı ve kurguyu video
sanatına son derece eşdeğer deneysel kullanışı ve bunu bir stil
haline getirişi; Kuyu filminde Erksan’in minimal ve son derece
güçlü dramatik kurgusu bana ilham veren yönler.