Gazze trajedisine dair tavır belirlemek, iki karşıt gruptan çıkar savunucusu, atgözlüklü taraftar, ideolojik esir ve riyakâr politikacı için kolay. Ya Hamas’ın sivil katliamını İsrail’in onyıllardır sürdürdüğü zulmün karşılığı görüyor ve tarihi 1948’den 6 Ekim gününe kadar getirip ayın yedisini es geçerek 8 Ekim’den devam ediyorsunuz ya da tarihi 7 Ekim’den başlatıp, Hamas militanlarının sivil kanıyla gerçekte sizin ellerinizi yıkadığını iddia ediyor, artık gönül rahatlığıyla işleyeceğiniz her suçu o kara günün meşrulaştırdığını iddia ediyorsunuz. İlkinde, ortada müzmin suçlu İsrail’in her gün yüzlerce insan öldürerek, milyonla insanı yerinden sürerek, Gazze’yi dümdüz ederek sürdürdüğü soykırım girişimi kalıyor. Aslında bal gibi “doğuştan” ve içten gelen Yahudi düşmanlığı yüzünden bu tavrı takındığınızı gizlemek için de Filistinlilerin mâruz kaldığı korkunç şiddetten faydalanıyorsunuz. İkinci şıktaysa, nutkunuzu İsrail’in “kendini savunma hakkı”ndan başlatıyor, bunca yıldır her türlü dehşeti yaratan, insanlığı ezip sıkıp patlatan İsrailli faşistler değilmiş gibi, üstelik dünyanın ezcümle siyasî-askerî-malî güce sahip devletlerinin desteğini garantilemenin rahatlığıyla, Filistinli çocukların da pekâlâ terörist sayılabileceğini demeye getiriyorsunuz.
Peki Hamas ve benzeri örgütlerin insanı insanlıktan çıkarmaya yönelik olan ve bizzat, doğrudan bugünkü dehşeti yaratmayı hedefleyen eylemlerini insanlığa karşı suç sayarken, İsrail devletinin -özellikle hâlihazırdaki ırkçı yöneticilerinin- iğrenç zihniyetini ırkçı, şu anda giriştikleri işi soykırım başlangıcı olarak nitelendirmek ve bundan hareketle siyasî tavır geliştirmek çok mu zor? Elbette değil. Ama getirisi az.
Ki, bu da insanlığın ruhunu yapay zekâya teslim etmeden evvel düştüğü çukurun başka yoldan ifadesi…
Günlerdir, gönlümden geçen, dilime düşen her şey, yüreğin paralanırken yarattığı acı ve çıkardığı seslerden ibaret. Fakat yazıya dökmek istemedim, değerli okurlar. Zira: İsrail bombaları altında can veren Filistinli çocuklar, birileri için bir cins “Allah’ın lütfu”. Belirtmeye gerek yok ki, Hamas’ın rezil eylemi de başka birileri için öyle. Hele Batı devletlerinin, bu defa iyice gözlere sokarak Netanyahu ve kafadarlarının arkasında hizalanması, âdetâ naklen yayında izlediğimiz soykırım girişimini sorundan dahi saymaması, zor biraraya gelebilecek, daha da geniş çevreler için aynı lütuf yerine geçti. Herkes üstü yazılı beyaz bezlere sarılı cansız Filistinliler üzerinden kendini doğruluyor. Bu şartlarda, hamasete kapı açan sözlerin tekrarlanması kadar anlamsız şey yok. Haydi birçok insan, gördüğü dehşet manzaraları karşısında kendi kelimelerini bulamıyor, bazen çaresiz insanların tesellisi olabilen hamasete sığınıyor. Lâkin, elinde yan bakanın canına okuyacak, suç işlememiş insanları hapislere tıkacak, idama mahkum edebilecek, başka ülke topraklarında taşın üstünde taş bırakmayacak güç bulunan birilerinin icraatı hamasetten ibaret kaldıkça, insan “üzülüyorum” derken bile bunlarla aynı seviyeye düşmekten çekinebiliyor.
Bu bağlamda, milletin gazını almak için üç günlük yas ilan edilmesinin arkasında yatan hesabı, “24 saatte durmazlarsa gereğini yapalım” tafralarını, 24 saat geçtiğinde kimsenin dönüp “ne iş?” sorusunu sormayışındaki hazin duyarsızlığı filan da konuşabiliriz elbette. Boşverin. Riyakârlık normalimizdir. Hilelerden hile beğenmek yerine, meselelere sağlıklı yaklaşabilmek için bilgimizi görgümüzü güçlendirelim. Bilgisi görgüsü tartışılmayacak birilerine başvuralım.
Washington Post muhabiri Adam Taylor, pek isabetli davranarak bu işi bizden önce yapmış ve Luis Moreno Ocampo’yla görüşmüş. Uluslararası düzeyde, insanlığa karşı suçlar alanında en tanınmış simalardan Ocampo, Arjantin’de cuntacıların yargılanmasını sağlayan savcı ekibinden, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde başsavcılığa uzanan kariyere sahip. Eğer soykırımı önlemek ve bu arada işlenen suçların cezalandırılması için uğraşılacaksa Ocampo’nun söyledikleri yol gösterici.
Ocampo öncelikle, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin İsrail ve Gazze’de yaşananlara dair soruşturma ve dava açmaya yetkili olduğunu belirtiyor. 7 Ekim’den başlarsak: Ocampo’ya göre, Hamas’ın o günkü eylem dizisi doğrudan doğruya insanlığa karşı suç, çünkü “sivil halka karşı yaygın ve sistematik saldırı” niteliğinde. Ayrıca rehine almak, savaş suçu. Hamas’ın İsrail’i ortadan kaldırma niyetiyle birleştirildiğinde bunlar soykırım suçuna da kapı açabilir. İsrail tarafında işler biraz daha karışık. Ocampo, sadece Gazze’nin abluka altında tutulmasının bile, “bir grubu ortadan kaldırmaya yönelik şartlar yaratma” olarak yorumlanabileceğini ve soykırım suçu kapsamında görülebileceğini belirtiyor. Zorla yerinden etme, bu açıdan bir başka kalem.
Ocampo, bugün İsrail’i yöneten faşistlerin giriştiği toplu kıyımı mâzur göstermek için, Batılı politikacılar başta, ezcümle zalim zevatın sarıldığı “kendini savunma hakkı” bağlamında ölçüleri ortaya koyuyor. Elbette, diyor, birileri İsrail’e saldırırsa İsrail’in de onlara karşılık verme hakkı doğar. Bu saldırı İsrail toprakları dışından yapılıyorsa İsrail oralara da saldırabilir. Örneğimizde, İsrail’in Hamas üyelerini öldürmeye hakkı var. Fakat İsrail bu hakka dayanarak sivilleri öldüremez, onları yerlerinden edemez.
Burada karışıklığı yaratan durumun elbette Ocampo da farkında: Hamas tamamen sivillerin arasına karışmış durumda, bu yüzden militanla sivili ayırmak çok zor. Ancak tecrübeli hukukçu, hemen zurnanın zırt dediği yere dikkat çekiyor: Durum böyle diye sivillerle savaşçıları birarada topluca öldüremezsiniz. Bu, suçu cezalandırırken suç işlemektir. Ocampo, “Bunlar savaş suçları,” diyor, “muhtemelen insanlığa karşı suç”. Sonra da İsrail’in Gazze halkını aç-susuz bırakmasına işaret ediyor: bunun da soykırım kapsamında görülebileceğini belirtiyor.
Söyleşinin sonuna doğru, Luis Moreno Ocampo, insanlığa karşı suçlar ve devletlerin işlediği suçlar konusunda dünyanın hâlihazırda yeterli önleyici mekanizmalarının bulunmadığına, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin âtıllığına dikkat çekiyor.
Ve hukukî bağlamın dışına çıkarak, “terörün önlenmesi” bahsinde devletlerin kalkıştığı tamamen yanlış işleri örneklerken ilginç bir başarısızlık formülünü (“isyan matematiği”) ortaya koyuyor: Karşınızda on terörist varsa, ikisini öldürdüğünüzde teröristlerin sayısı yirmiye çıkar! Ocampo, artık beylik sayılmasına rağmen kimsenin bir türlü ders çıkarmadığı örneği hatırlatıyor: Bin-Ladin ve adamlarının peşine düşmek yerine Afganistan’a savaş açıldı, orada şimdi Taliban iktidarda.
Galiba şöyle bir soruyla karşı karşıyayız (yani Hamasçı ya da İsrailci olmayanlar): Etkili, güçlü uluslararası mekanizmalar olmazsa, günü gününe izlediğimiz, izlerken yana yakıla feryat ettiğimiz şu güncel soykırım, meselâ, nasıl önlenecek? Bu konuda hassas, belki güçsüz ama zaman zaman gayet etkili ses çıkarabilen sol-demokrat, kimisi bir bakıma enternasyonalist sayılabilecek, enerjisi, temsil ettiği değerler bakımından küçümsenmemesi gereken bir küresel muhalif cereyan var. Ancak buna hayat veren insanların kurumlarda, düğüm noktalarında belirleyici olma şansı yok. Kurumlarsa hem hantal hem bizzat kuruluş ve varoluş koşulları bakımından işlevsizliğe mahkûm. Luis Moreno Ocampo, BM Güvenlik Konseyi’nin, Ukrayna’nın uğradığı saldırı konusunda -haliyle- karar alamayışı örneğine daha da güncel olayı ekliyor: “İki hafta önce Dağlık Karabağ’da aynısını yaşadık. Azerbaycan soykırım suçu işledi ve hiçbir şey olmadı.”
Bazen işlevsiz, bazen anlamsız kalsa da, çoğu zaman güçlüden yana işlese de en azından dehşeti belirli sınırlar içinde tutabilen bir varsayımsal hukuk zemininin gerçekte hiç de o kadar işlevsiz olmadığını bizzat kendi ülkemizde yaşadıklarımızdan öğrenmiş olmamız beklenir. Şu anda dünya, gerek bölgesel gerek küresel çerçevede gücü yetenin gücünün yettiğine her şeyi yapabildiği bir hukuksuzluk, kuralsızlık rejimine doğru sürükleniyor. Yani kolunu bacağını çoktan kaptırdı da, en azından ağzı dili henüz çalışıyor. DAİŞ’in Ezidileri -köle edilen kadınlar hariç- son ferde kadar ortadan kaldırmasını, yani hiç öyle büyük protestolar falan da yapmadan izlediğimiz soykırımı, dünya üstündeki pek çok sorunun bizzat yaratıcısı emperyalist ABD ile uluslararası hukuk düzeyinde resmî-kurumsal varlığı bulunmayan YPG önledi. Bu tuhaf vaziyet, başlıbaşına, kimsenin nüfuz ve çıkar hesaplarına katmadığı, zayıf bir halk soykırım tehdidiyle karşılaştığında medet umacağı uluslararası mekanizmanın varolmadığı anlamına gelmiyor muydu? Bosna soykırımını unuttuk mu? Kezâ savaştığı ordunun ölü-esir askerlerinin miğferleriyle “kelle sergisi” açan Azerbaycan Dağlık Karabağ nüfusunu -bisküvi dağıtma videoları eşliğinde- tehcir ederken, çekineceği herhangi bir mercinin bulunmadığından, yaptırımla karşılaşmayacağından şüphesiz emindi.
Ocampo, suçları önleyebilecek mekanizma yokluğundan yakınıyor. Gerçekten de esas bu öncelikli olmalıydı. Suçun, işleyenin yanına uzun yıllar -belki hep- kâr kaldığı bir düzende neyi nasıl önlersiniz? Hele bugünkü gibi, demokraside gelişmişlik düzeyi yüksek, hukuk devleti nitelikleri tartışılmaz devletleri yöneten ufuksuz, ondan geçtim, basiretsiz, düşüncesiz, ondan da geçtim, vicdansız, atgözlüklü, darkafalı, hilebaz sağcı politikacılar, azgelişmiş ülke diktatörleri ve bölgesel zorbalarla elele, dengesi ancak savaşlarla kurulup bozulabilecek bir kanlı rejimi yeryüzüne yerleştirmek için canla başla uğraşıyorlarsa?
Günümüz şartlarında -maalesef öncelikle gençlere- komik görünecektir, ama ilke lazım, -kadınların cinsel organlarının erkek bekçiliğine hasredilmemiş anlamıyla- namus lazım. Hukuku varolmayan uluslararası düzende zayıfın kahredileceği belli. Üstelik dünyanın bugününde, hemen bütün gelişmiş Batı ülkelerinde -onlar kadar gelişmemiş Orta Avrupa’sı, Balkanlar’ı dahil- egemen zihniyete mülteci korkusu yön veriyorken ve bu eğilim ifadesini faşist hareketlerin yükselişinde, normalleşmesinde buluyorken, güçlünün de az buçuk uymak zorunda kalacağı bir hukuk zemininin yaratılması evrensel hedef olmak zorunda.
Bu, biz sıradan insanların sonuca vardırabileceği iş değil. Fakat bütün dünyada harekete geçebilenler önlerine böyle bir hedef koymak ve kendi devletlerini sıkıştırmak zorunda.
Devlet demişken… Sekiz gün yas ilan ettim, 18 saat içinde İsrail ateşi kesmezse yarın Tel Aviv’deyim, en kahraman benim.