Yeryüzündeki yerlerini kaybetmiş ve ülkemizde bitmeyen bir “geçicilik” altında korunma arayan Suriyeliler gözümüzün önünde ölümcül bir kapana kıstırıldı. Avrupa’ya karşı bir politik koz olarak her fırsatta öne sürülen varlıkları bu sefer, Avrupa’ya gitmek isteyen mültecileri artık tutamayacağımızın açıklanmasıyla birlikte, Yunanistan, Bulgaristan sınırına ve Ege kıyılarına sürüldü. Cumhurbaşkanı Erdoğan sık aralıklarla tekrar ettiği sınırları açma tehdidini bu kez de şöyle dile getirdi “Biz bu kadar mülteciyi bakmak, onları beslemek durumunda değiliz. Eğer dürüstseniz, samimiyseniz o zaman siz de buradan bir paylaşımda bulunacaksınız. Bulunmadığınız takdirde biz bu kapıları açarız.” Bu süreçte yaşananlar kaç gündür yazılıp çiziliyor zaten.
Suriyelileri sınıra yığma meselesinin, kameraların yönünü, 27 Şubat İdlib saldırısı sonucunda hayatını kaybeden çok sayıda gencecik askerimizden ve onların güzel gülüşlerinden, sarı bir ampul tarafından cılız bir biçimde aydınlatılmış toprak evlerdeki yoksulluklarından başka bir yöne çevirmek için uygulamaya konduğu da çok yerde dile getirildi. Sınıra sürülen Suriyelilerin Avrupa ikiyüzlülüğüne ve zalimliğine ayna tutacağını ve askerlerin kaybının yol açması muhtemel tepkileri sönümlendireceğini umdular...
Askerlerin her birinin kaybı, düştüğü yeri yakan çok ağır, çok büyük bir kayıp. Sonsuz üzücü. Yıllar evvel yazdığım bir yazıda, “ölmeyen ve vatanını böldürmeyen şehit imgesi, askerin ‘bir can' olarak kaybını yüzde yüz kapatan bir imge”dir demiştim. Şehitler tepesinin boş kalmayacağı vaadi de bu kaybı inkara her türlü devam ediyor. Annelerin yürek yangını dinmek bilmiyor. Acılı ailelere sabır, genç yaşta hayattan koparılanlara rahmet dilemekten utanır hale geliyor insan. Savaş karşıtı güçlü bir kamu oluşturamadığımız müddetçe bu kayıplardan hepimiz sorumluyuz çünkü...
Şehit haberleri üzerine, Avrupa’ya geçmek isteyenlere engel olunmayacağının ve sınırların açılacağının söylenmesi şehitler ve mültecileri çok tehlikeli bir intikam dengesi çerçevesinde birbirlerine karşı konumlandırmak oluyor.
Zygmunt Bauman’ın tabiriyle, temel haklara, insan haklarına sahip olmak için egemen devletlerden birinin yurttaşı olmak gereken bir dünyada, mülteci olmak, “insanlık” bölgesinin dışına atılmak anlamına geliyor. Maalesef böyle. Bunun korkunç bir durum olduğunu kalbimizin bir yerinde hissetmek bu kadar mı zor? Faşist miyiz biz?
Sınıra yönlendirilen Suriyelilerin üzerlerine en iyi ihtimalle biber gazı, kaçınılmaz bir ihtimal olarak da kurşun yağdırılacağı ve balık istifi bindirildikleri şişme botlarının alabora olacağı ya da zor kullanarak durdurulacakları açıktı. Nitekim öyle de oldu. Kurşunlandılar. Boğulan çocuklar oldu. Gazla püskürtüldüler. Zira sınır dediğin babamızın tarlasını çevreleyen çit değil, tek taraflı açmakla bir şey olmuyor. “Sınır açıldı” dediğinizde karşılıklı iki kapının açıldığından söz ediyor olmanız gerekir. Birinin açılmayacağını bile bile “Sınır açıldı” dediğiniz zaman, muhatapları işte o ölümcül aralığa “sürmüş,” tuzağa düşürmüş olursunuz. Suriyelilerin yanı sıra Afgan veya Afrikalı göçmenlerin ya da mültecilerin başlarına gelen şey de budur.
Medyascope programımda “Sınıra sürülen Suriyeliler” dedim diye itiraz eden izleyiciler oldu. “Kimseyi sürdüğümüz yok, kendi iradeleriyle gidiyorlar, kimse zorla gönderilmiyor” diye. İllaki zor kullanarak sürmek gerekmiyor oysa ki. Onlar oyun masasına sürülen bir kart gibi, ortaya sürülen bir şantaj gibi, yanlış yönlendirmeyle bir politik koz olarak Avrupa sınırlarına “sürüldüler.” Kaldı ki zorla otobüslere bindirilerek sınıra götürülenler olduğuna dair haberler de var.
Tuhaf olan şu ki, Suriyelileri ülkemizde istemediklerini söyleyip duranlar, şimdi de evlatlarını kucaklayıp sınıra koşuyorlar diye onları nankörlükle suçlama ve hakaret etme sırasına girdi. Bizim Suriyelileri istememe hakkımız var ama tüm haklarını yitirmiş ve insanlık bölgesinin dışına sürülmüş Suriyelilerin bizi istememe hakkı yok, öyle mi? Daha evvelkiler yanında, birkaç gün önce Kahramanmaraş’ta ve Samsun’da yaşadıkları saldırıların ülke geneline yayılma ihtimalinden korkmadıklarını mı sanıyoruz?
Her şey bir yana istenmediği bir yerde insan nefessiz kalır. Misafir olduğunuz ve misafirin pek de istenmediğini bildiğiniz yerde bir gün bile kalma deneyiminiz olduysa bu nefessizlik halini yaşamışsınızdır. Mümkünse oradan derhal gitmek istersiniz... Sizi istemeyeni siz de istemezsiniz. Seçme şansınız ve imkanınız varsa tabii. Evine gelen misafire doğru dürüst bir güleryüz gösterse misafirinin oraya çulunu sereceğini sanan densiz çoktur. Muruz edip oturur bu yüzden. Yarım ağız konuşur, yarım ağız söyleşir. Oysa kimse kimsenin evinde yayılmaya o kadar da meraklı değildir. Allah muhtaç etmesin...
Bir mecburiyet hali olmasa bile bulunduğunuz yerde istenmediğinizi belli eden hareketlerden dolayı yaralanırsınız. Ya bir de mecbur olsanız... Suriyeliler “misafir” değil elbette, sadece teşbihlere başvurarak anlamaya yatkın olduğumuz düşüncesiyle, durumu tahayyül etmeyi kolaylaştırmak için misafirlik örneğini verdim. Yoksa bu konuda tamamen bu linkte okuyacağınız perspektifi benimsiyorum.
Suriyelilere her fırsatta “Ülkemizden defolup gidin” diyenler, sınırın açıldığı açıklaması üzerine ardına bakmadan kendini çoluk çocuğuyla birlikte kış günü Ege’nin soğuk sularına atanlara, sınıra yığılanlara bakarak öfkeleniyor. Tuzağa düşürülmüş Suriyelileri, göçmenleri ve mültecileri anlamak yerine nankörlükle suçlamayı seçiyor. Gidişleri narsistik ve kırılgan kalplerini mi yaralıyor, nedir?
Suriyeliler bizi kendimizle de yüzleştiriyor. Elbette bir ülkenin birkaç yıl gibi kısa bir süre içinde 4 milyona yakın göç alması ve bu göçün aslında ne gelenler için ne de yaşam alanlarını bundan böyle Suriyelilerle paylaşacak Türkiyeli nüfus için bir birlikte yaşama planlaması, öngörülebilir bir gelecek tasarımı içermemesi kaygı vericidir. Fakat bu kaygının temelinde olan şeyi biraz didiklersek bunun ne kadarının gerçek bir kaygı ne kadarının muhtaç pozisyondaki “öteki,” olana ve “yabancıya” tahammülsüzlük olduğunu da anlayabiliriz.
Suriyelilere yönelik tepkiyi sadece bir ülkenin çoğu yoksul insanlarının gelecek kaygısı ile açıklayamayız. Gelecek kaygısı diyorsak, işte iklim krizi gümbür gümbür kapıda duruyor. Kadın katli terörden daha fazla can almaya devam ediyor. Ülkemiz dünyanın çöplüğüne dönüşüyor. Binlerce tonluk çöp sınırımızdan içeri taşınıp duruyor. Bunların her biri Türkiye’deki göçmen ve mülteci varlığından çok daha somut, çok daha yakın tehditler. Peki kim kaygılanıyor? İklim krizinden de, kadınların öldürülmesinden de gerçek bir kaygı duyan sadece bir avuç insan var. Bu bir avuç insan dayanışmacı bir tutarlılık doğrultusunda Suriyelilerin insanlık bölgesinin dışına sürülmesine de itiraz ediyor.
Bu dayanışmada ısrar ve inat etmeli, mücadeleyi tutarlılıkla sürdürmeliyiz. Çünkü gerçekten kulağa tuhaf gelecek olsa da faşizm hiçbir alanı boş bırakmayan hastalıklı bir “tutarlılık” halidir. Aynı anda kadına düşman, çevreye düşman, işçi ve yoksula düşman, dansa ve kahkahaya düşman, yabancıya düşman. Bizzat yaşama düşman...
Bu hastalıklı “tutarlılığın” karşısına, bütün ötekiliklere ve hayata her koşulda sahip çıkan, vazgeçmeyen bir direniş ve dayanışmayla karşı koymak zorundayız.
Hepimiz bu dünyanın sonsuz uzun hayatına kısacık ömürlerimizle demir atmış misafirleriz. Gelip geçiciyiz. Yarasız beresiz geçip gitmek belki mümkün değilse de hiç kimseyi bu misafirlikte yaralamamak elimizde… Yunanistan’da sınırlara isyan eden, “Açın” diyen anti-faşist yürüyüş ve Yunan kadınlarının “Sınırlara karşı feminizm çağrısı insanlık adına büyük umut… Umuda sarılmak şart..