İnsanlık denen kanser!

Adrian Barnes’ın Arthur C. Clarke Ödülü finalisti romanı "Uyuyamayanlar" April Yayınları etiketiyle çıktı. Barnes, Aşka, sevgiye ve gelecek hayaline, hatta umuda dair yoksunlukları anlatıyor.

Abone ol

Aslı Tohumcu aslitohumcu@gmail.com

Edebiyatta da, sinemada da çok defa karşılaştık istila veya kıyamet hikâyeleriyle. Düşman üç aşağı beş yukarı belliydi, aynıydı; zombiler, etten kemikten ya da metalden uzaylılar, nükleer savaş, yolunu şaşırmış meteorlar, çeşitli çevre felaketleri… Ancak bunların hiçbiri, insanın en azılı düşmanının ortaya çıkışı kadar çarpıcı, sarsıcı, moral bozucu ve ümit kırıcı olmuyor: İnsanlık.

Adrian Barnes’ın Arthur C. Clarke Ödülü finalisti romanı Uyuyamayanlar, insanlık denen kanseri otopsi masasına yatırıyor ve okuyanı tuhaf bir yoksunluk hali içinde bırakıyor. Aşka, sevgiye ve gelecek hayaline, hatta umuda dair feci bir yoksunluk bu…

Uyuyamayanlar’ın anlatıcısı Vancouver’da yaşayan Paul, olayın başlamasının on sekizinci gününden başlayarak koyulur bize hikâyeyi anlatmaya. Hayatta kalma mücadelesini bırakmak üzeredir ve uyumamak için sekiz milyarı birden etkileyen olayları kendi çevresi, kendi bakış açısı üzerinden hiç durmadan yazarak anlatır. Yazmak onun mesleğidir zaten; bu felaketten önce “kenara atılmış, öksüz bırakılmış, yamulmuş sözcüklerin tarihi üzerine” çalışmaktadır.

Adını Nod koymak istediği bu kitap bir nevi “etimolojik hilkat garibeleri gösterisi”dir. Eh, şimdi de insanlık muhteşem bir hilkat garibeliği gösterisi halinde balkonunun aşağısındaki sokakta yok olmak üzeredir; kaybolan kelimeleri olduğu gibi insanlığın çöküşünün hikayesini de kayda geçirmesi normaldir.

UYUYAMAYANLARIN HİKÂYESİ

Paul bu kaydı sakince tutar ama. Bir sabah, Vancouver halkı da dünyanın büyük çoğunluğu gibi gözüne hiç uyku girmeden kalkar yataktan. Ertesi gün de aynı şey yaşanır. İnsanoğlunun bir daha uyuyamayabileceği ve insanların bu nedenle altıncı günün sonunda psikotik krize girecekleri, otuz günün sonunda ölmedilerse bile vücutlarının iflas edeceği açıklandığında, mışıl mışıl uyuyan ve rüyasında altın rengi bir ışık gören Paul çok geçmeden ‘anormal’ sınıfına gireceğini de sakin sakin idrak eder.

İnsanlar marketlere saldırdığında, her şeyin fiyatı üç-beş misline çıktığında, ölesiye dövüldüğünde, su ve elektrik gittiğinde, Uyuyamayanlar’dan olan kız arkadaşı Tanya ondan yavaş yavaş koptuğunda bile sakindir Paul. Sonuçta, “Herkes eninde sonunda ölür. Gelecek dört haftada sekiz milyarımızın birden ölmesi önemli miydi o zaman?

Bu uykusuzluk salgınının hepi topu yapabileceği, sekiz milyar kaçınılmaz ölümü daha dar bir zaman dilimine sıkıştırmaktan ibaret değil miydi? Mesele, trajedi meselesi değil, verimlilik meselesiydi. Geçmişte kalmış milyonlarca geceden birinde hepimiz uyurken dev bir meteor gelip Dünya’yı un ufak etmiş olsaydı ne fark edecekti?

Adrian Barnes, Uyuyamayanlar, April Yayıncılık, 2017.

Enkaza bakıp ağlayacak kimsenin bulunmayacağı düşünülürse fena bir son değil bile denebilirdi,” der Paul. Paul ne yazık ki bu konuda haksız değildir. Her şey, insanlığın gerçek yüzüyle karşılaşmaktan iyidir. Paul ölümden ziyade nasıl ölündüğüne odaklanmış gibidir zaten. İnsanoğlu ölümüne elbette en çirkin yüzüyle, üstelik koşaradım gitmektedir. Herhalde bu yüzden kitabı okurken okuyucunun en çok hissedeceği duygu tiksinti olabilir.

BU BİR KIYAMET SENARYOSU!

Uyuyamayanların Uykucu olarak adlandırdıkları az sayıda insan arasında çocuklar da vardır. Konuşmayı kesmiş, altın ışığın olduğu rüyayı gördüklerinden midir, yüzlerinde ışıklı bir ifade bulunan, Uyuyamayanların avlayıp kanlarını içmeye kalkıştıkları çocuklar. Sadece bu çocuklarından birini, Paul’ün kız arkadaşı Tanya’nın sokakta bulup eve getirdiği ve Zoe adını verdiği kız çocuğunu düşündükçe üzülür Paul. Çocukların, hayatta kalmayı başarırlarsa nasıl bir uygarlık, nasıl bir dil kuracakları üzerine de düşünür.

Kendini Zoe’yla kapattığı küçük dairesinde dünyayı her anlamda yok eden bu felaketi yazarken, sokakta kendisinin “düşmesini” bekleyen küçük topluluğu selamlar ara ara. Bu felaketten önce Tanya’yla Paul dahil kimsenin hoşlanmadığı, herkesin dışladığı Charles, bu yeni dünya düzeninde kendine Mavi Amiral adını vermiş, etrafta dolaşan ‘kuzu’ çok olunca kendince peygamberliğini, üstelik Paul’ün kitabı Nod’u yorumlayarak ilan etmiştir. Herkes uykusuzluk salgınıyla kendince başetmektedir işte. Paul de belki sakince belki değişik türden bir reddedişle.

“Her yan peygamber kaynıyor zaten; sıkıntı havari bulmakta,” der Paul. “Tüm bunlar yaşanmadan önceki şairleri; gazetelere, dergilere çalışmalarını yollayan hassas insan sayısının, aynı yayınları okuyanlardan on kat fazlaya ulaşmasını hatırlatıyor bana bu durum. Herkes duyulmak istiyordu; kimse dinlemek istemiyordu. Bazı şeyler hiç değişmiyor. Belki aslında hiçbir şey değişmemiştir.” Eh, ne diyelim, bazı şeyler hiç değişmiyor gerçekten de.

Dünya sakinlerinin zihinsel çöküşü üzerinden bir kıyamet senaryosu kuran Adrian Barnes, insanların uykusuzluklarının her bir günüyle tansiyonu yavaş yavaş yükselterek, okuyanı önce şaşkınlık, ardından ürküntü, sonra da tiksinti ve isyana sürükleyecek bir roman yazmış.

Bu sürükleyici, sorular sorduran ancak yanıtları kendi vermeyen romanı okuyacak okuyucuların ikinci şansı, romanın Türkçeye, polisiye romanlarının hastası olduğum Algan Sezgintüredi tarafından çevrilmesi. Onun da eline, aklına sağlık.