İnsanlık tarihini değiştiren kadın: Lucy

Yaklaşık 3,2 milyon yıl önce yaşayan Lucy, Australopithecus afarensis türüne ait neredeyse eksiksiz bir iskelet. Lucy'nın keşfi insanlık tarihi için çığır açan bir dönüm noktasıdır.

Abone ol

Charles Darwin 1871 yılında ‘Türlerin Kökeni’ isimli kitabını çıkardığında, insana en yakın canlı olarak yaşayan kuyruksuz büyük maymunlar dikkatimizi çekmişti. Aramızdaki anatomik benzerlikler şaşırtıcı derecede fazlaydı. Bunlar arasında da şempanze ve gorilin bizim en yakın akrabamız olduğunu savundu. Bu fikir, genetiğin bile henüz bilinmediği bir dönem için oldukça çığır açıcıydı. Fakat içinde bulunduğu çağda bir sürü spekülatif argümanların ortaya çıkmasına neden oldu. Bugün moleküler ve genetik veriler tartışmaya yer bırakmayacak şekilde Darwin’i haklı çıkardı. Gerçekten de insan genleri yüzde 99,77 oranında şempanzelere, yüzde 88-96 oranında bonobolara ve bu türlerden sonra da en yakın gorillere benziyordu.

Son bulgular ışığında insanın evrim ağacı. Goriller ile insan, şempanze ve bonobolar 9 milyon yıl önce ortak ataya, insan ile şempanze ve bonobolar 7 milyon yıl önce ortak ataya sahipti.

Darwin’in teorisinden sonra, bilim camiası kendisini şempanze ve insanın ortak atasını bulmaya adadı. Bu süreçte bakılacak ilk yer, Darwin’in işaret ettiği Afrika olmasına rağmen milliyetçi ve kültürel ön yargılar ortak atanın Britanyalı olması gerektiği fikrini savunuyordu. Bu düşünce İngiliz kibri ile de birleşince paleoantropolojinin kara lekesi olan Piltdown insanı ortaya çıktı. 1912’de amatör bir arkeolog olan Charles Dawson, insan ve kuyruksuz büyük maymunlar arasında kayıp olan halkayı bulduğunu iddia etti. Piltdown’da aynı bireye ait olduğunu öne sürdüğü bir dizi diş, çene kemiği, kafatası parçası ve bunlarla çağdaş taş aletler bulmuştu. Doğa Tarihi Müzesi jeoloji sorumlusu olan Arthur Smith Woodward kafatası parçalarını birleştirdi ve bulguların 500 binyıl önce yaşayan bir insan atasının kalıntıları olduğunu öne sürdü. Piltdown 40 sene bilim camiasını oyaladı ve Afrika dikkatlerden kaçtı. Bu esnada Afrika’dan fosiller elde edilmekteydi. Fakat bunların öncelik sonralık sıralaması kesin olarak yapılamıyordu. Bununla birlikte 1960’larda jeoloji ve jeokronolojideki gelişmeler paleoantropolojiye inanılmaz katkılar sağladı. Kenneth Oakley, 1940’larda fosillerin  florür içeriğinden yararlanarak yaşlarını belirlemeye yönelik bir yöntem geliştirdi. Fakat bu yöntem farklı alanlardan gelen fosiller üzerinde doğru sonuçlar vermiyordu. Çünkü farklı topraklar farklı oranlarda
flüorür içerir, bu da fosillerin soğurabileceği mutlak flüorür miktarını etkiler. Ancak bu yöntem Piltdown adamı üzerinde işe yarayabilirdi. Piltdown fosilinin ortaya çıktığı tortul katmanın tarihlenmesinde sorunlar vardı. Oakley çalışmasını Piltdown adamı üzerinde uygulamaya koymak amacıyla materyal örneği alırken, fosilin düzmece olduğunu fark etti. Kafatası parçaları geç Pleistosen’e aitken, çene kemikleri daha yakın bir döneme işaret etmekteydi. 1982’de tıp uzmanı Jerrold Lowenstein çenenin bir orangutana ait olduğunu doğruladı.

Piltdown sahteciliğinin sona ermesiyle birlikte tek hatlı evrim kuramının kanıtları da azalmaya başladı. Özellikle Afrika ve Asya’dan gelen artan sayıda fosiller, insan evrimi çizgisinin tek bir hat üzerinde gelişemeyeceği kadar karmaşık olduğunu ortaya koymuştu. Klasik evrim şemalarında yer alan Australopithecuslar, Pithecantropuslar (H. erectus), Neandertaller ve bugünkü insan sıralamasının yerini, birkaç türün bir arada yaşadığı adeta bir ağaç gibi çok dallı evrim modeline bıraktı.

Afrika kıtasındaki çalışmalar yoğunlaştıkça, insanın ortak atasını arama çalışmaları Pliyosen ve Pleistosen tabakalarının yanı sıra Miyosen’e kadar genişledi. Miyosen dönem gerçekten de kuyruksuz büyük maymunların gezegeniydi. Bu dönemde yüze yakın yeni tür gelişti. Bunlardan birinin ortak ata olabileceği üzerinde duruldu. En güçlü kanıtlara sahip olan 15 milyon ile 8 milyon yılları arasında yaşadığı düşünülen Ramapithecus’tu. Ramapithecus kalın diş minesi, küçük köpek dişleri, azı dişleri, U şeklinden çok daha parabolik bir çene ile hominidlere benziyordu. Fakat 1970’lerde yeni örnekleri çıktıkça üst çenenin hatalı restore edildiği ortaya çıktı. Kenya’dan ele geçen daha sağlam bir örnekte çene U şeklindeydi. Fosil koleksiyonuna kalın diş minesine sahip başka bir örnek de gelince Ramapithecus’un aslında modern orangutanın bir akrabası olduğu anlaşıldı. Küçük köpek dişleri ise cinsiyet farkından kaynaklanmaktaydı.

Moleküler antropolojideki gelişmelerle birlikte insanın evrimsel geçmişinin zaman çizelgesi daha sağlam bilimsel dayanaklara oturmaya başladı. Proteinler sabit bir hızla evrimleşiyordu. Dolayısıyla iki tür arasındaki genetik farklılığa bakarak son ortak atadan bu yana geçen süre hesaplanabilirdi. Alan Wilson ve Vincent Sarich, insanlar ve kuyruksuz büyük maymunlar arasındaki genetik farklılıkların zamanla birikim hızını hesaplayarak ortak atamızın 5 milyon yıl önce ayrıştığı sonucuna vardılar.

Tüm bu gelişmeler ortak atanın Afrika’da aranması gerektiği fikrini destekliyor ve buradaki çalışmalar gittikçe hız kazanıyordu. 1924’te Güney Afrika Taung bölgesindeki bir taş ocağında tesadüfen bir fosil kafatası bulundu. Anatomist Raymond Dart tarafından ayrı bir tür olduğuna karar verilerek fosile Australopithecus africanus ismi verilmişti. ‘Taung çocuğu’ adı verilen fosil daha sonra hesaplanacağı üzere henüz 5-7 yaşları arasında bir çocuğa ait kafatası parçasıydı. Çene parabolikti ve foramen magnum (omuriliğin beyinle birleştiği delik) ileride konumlanıyordu. Bu deliğin iki ayağı üzerinde yürüyen canlılarda dengeyi korumak için öne doğru konumlanması beklenir. Gerçekten de Taung çocuğunun kafatası dik durduğuna işaret ediyordu.

1931 yılında Tanzanya’nın Olduvai Gorge bölgesinde bir başka şaşırtıcı keşif daha gerçekleşti. Louis and Mary Leakey çifti Homo erectus’tan sonra yeni bir Homo türü tanımladılar. Bu türe, işlenmiş çakıl taşlarıyla aynı lokalitede bulunduğu için becerikli insan anlamına gelen Homo habilis adını verdiler. Daha sonra Etiyopya’daki Omo ve Kenya’daki Koobi Fora lokaliteleri keşfedildi. Leakeyler dışında ekipten olan Francis Clark Howell da Omo’daki çalışmalara yaptığı katkı ile ünlenmişti. Omo fosilleri dört farklı türü temsil ediyordu. Türler arasında iki milyon yıldan daha eski olanları da vardı. Howell ince yapılı türlerin iki milyon yıldan önce ve tüm robust türlerin iki milyon yıldan sonra ortaya çıkmış olabileceklerini düşünüyordu. Fakat ellerindeki fosiller parçalı ve yetersiz olduğu için tartışmalara yol açmıştı. Tüm bu gelişmeler çözümden çok bir dizi belirsizliği de beraberinde getirmişti. Ta ki 1974 yılında Afar Araştırma Keşif Gezisi projesiyle Donald Johanson neredeyse yarısı eksiksiz yeni bir fosil bulana kadar… Bu keşif diğer fosillerle birlikte değerlendirildiğinde insan soyağacındaki sis perdesi aralanmaya başladı.

LUCY'NİN KEŞFİ

30 Kasım 1974 sabahı Donald Johanson kampta yapması gereken işleri bir kenara bırakarak 162’inci mevkiyi paleoontolog Tom Gray ’e göstermek amacıyla kısa bir keşif gezisine çıktı. 162’inci mevki Hadar bölgesinin ana haritası üzerinde çizilme aşamasında olan ve daha önce ayrıntılı olarak bilgi topladıkları bölgelerden yalnızca biriydi.

Hadar ve etrafında bulunan hominid lokaliteleri.

Hadar, çıplak kaya, çakıl ve kumdan oluşan çorak bir araziye sahipti. Eski bir göl yatağı olan Afar çölünün merkezinde yer alması burayı çekici kılıyordu. Bölge volkanik kül yağışları, çamur ve silt birikintileri ile büyük bir çökelti haline gelmişti. Kurak bir iklime sahipti ve yağmur oldukça az yağıyordu. Fakat yağdığında da oldukça şiddetli yağıyordu. Bitki örtüsüne sahip olmayan toprak, yağmurun aşındırması sonucunda içinde barındırdığı fosillerle birlikte görünür hale geliyordu. Bu bir paleoantropolog için zamanda geriye doğru yolculuk yapmaktan farksızdı. Her katman size içinde bulunduğu dönemin resmini fosillerle çiziyordu.

Hadar’ın topografik yapısı bir paleoantropolog için zamanda geriye doğru yolculuk yapmaktan farksızdır.

Donald ve Tom birkaç saat süren araştırmadan sonra öğle sıcağının da etkisiyle pek fazla bir şey bulamadı. Fakat dönmeden önce küçük bir derenin dibini incelemeye karar verdiler. Burada da pek bir şey yoktu. Ayrılmak üzere yokuşu çıkarken yerde yatan bir şey fark ettiler. Bu oldukça küçük bir koldu. Donald kolu incelemek için eğildi ve hemen yanında küçük bir kafatası fark etti. İlk gördüğü andan itibaren bunun bir hominid olduğundan emindi. Birkaç metre ötede de uyruk kemiği parçası buldular. Daha sonra omur, leğen kemiği, kaburga… Bu kemikler tek bir bireye ait gibi görünmekteydi. Kemikler incelendiğinde bu parçaların çoğunun gerçekten de tek bir bireye ait olduğu netleşti. İşin daha da inanılmaz olan yanı ise neredeyse tama yakın bir leğen kemiği ele geçmişlerdi. Bu, ilk defa bir fosilin cinsiyetini neredeyse kesin olarak tahmin edebilecekleri anlamına geliyordu. Leğen kemiği bu fosilin kadın olduğunu söylüyordu!

O gece kampta büyük bir kutlama yapıldı. Kasette Beatles’ın ‘Lucy in the Sky with Diamonds’ şarkısı çalıyordu. Bu şarkı herkesin zihninde fosile adını verecek olan ilhamı yarattı. Her ne kadar Hadar koleksiyonundaki adı AL-288-1 de olsa, herkes onu ‘Lucy’ diye adlandırmaya başladı. Lucy, karanlık bir gökyüzünde parlayan elmas gibi insanlık tarihinin yolunu aydınlatacaktı.

Lucy yaklaşık 3,2 milyon yaşında. Fosilin çok iyi korunmuş olması ve derin travma izlerine rastlanmamış olması yırtıcılar tarafından öldürülmediğini gösteriyor. Bir göl veya dere kenarına tek parça halinde düşmüş ve sessizce ölmüştü. Öldükten sonra da herhangi bir yırtıcı tarafından bulunup parçalanmamıştı. Bu eski insan fosillerinde oldukça ender rastlanan bir durumdur. Vahşi yaşamda çoğu canlı ya yırtıcılar tarafından öldürülür ya da öldükten sonra parçalanır. Oysaki Lucy, şimdiye kadar bulunmuş, dik yürüyen insan ataları arasında en eski, en eksiksiz ve en iyi korunmuş iskeletti. Onun önemi ve şöhreti de buradan geliyor. Üstelik o, bir kadın olduğundan emin olduğumuz ilk fosil. Onun sayesinde tür tanımlamaları kolaylaştı, cinsiyet ayrımları netleşti. İnsan evriminde bir kadın bir dizi antropolojik sorunun çözümünde kritik bir rol oynadı.

LUCY NEDEN ÖNEMLİ?

Richard Leakey ve meslektaşları 1967 ve 1974 yılları arasında Etiyopya’nın güneybatısında Omo Nehri yakınlarında insan evrimi açısından oldukça önemli ve büyük bir lokalite keşfetmişlerdi. Omo lokalitesi adı verilen bölge, zaman içinde birikmiş geniş tortul yataklara sahipti. Bu çökeltiler fosil açısından zengindir ve onların yaşadığı dönemlerin ortamlarının ve yaşam formlarının kaydını tutan kumtaşı, siltaşı ve çamurtaşı katmanları içerir. Zamanla yerkabuğu yoğun tektonik faaliyetler sonucu eğilip büküldüğünden katmanları yukarı doğru açığa çıkmıştı. Bu durum 4 milyon yıl öncesinden 1 milyon yıl öncesine kadar uzanan çok geniş bir tarihsel süreci kazmaya gerek kalmadan gözler önüne serer. Ekip sekiz yıl içinde 140’dan fazla memeli türü tespit edip, elli bine yakın fosil örneği topladı. İnsan evriminde ise dört farklı türe ait fosiller ele geçmişti. Bu lokalite sayesinde Australopithecuslardan Homo Habilis’e kadar geçen süre takip edilebilir oldu. Fakat fosiller parçalı ve sağlam olmadıkları için sürecin nasıl gerçekleştiği tam olarak anlaşılamamıştı. Eğer benzer bir zaman diliminde başka bir yerde benzer fizyolojik özelliklere sahip daha iyi bir fosil bulunsaydı yapbozun parçaları yerine oturabilirdi.

İşte Lucy bu yapbozun önemli bir parçasını tamamladığı için insan evriminde kilit bir rol oynadı. Donald Johanson’ın yapması gereken şey Lucy ’i diğer hominid parçalarıyla karşılaştırmak ve boşlukları doldurmaktı. Lucy ’nin iskeleti kollar, bacaklar, omurga, kaburgalar ve leğen kemiğinin yanı sıra çene ve diğer birkaç kafatası parçası da dahil olmak üzere 207 kemiğin 47’sinden oluşuyordu. Kemiklerin hepsi aynı kişiye aitti. Leğen kemiğinin şekli onun bir kadın olduğunu net olarak ortaya koyuyordu. Lucy ’nin boyu 1,05 metre ve ağırlığı 28 kg civarındaydı. Yeni çıkmış olan yirmi yaş dişi ve bazı kemiklerinin kaynaşmış olması Lucy’nin genç bir yetişkin olduğunu gösteriyordu.

207 kemikten 47’si ele geçen Lucy’nin boyu 1,05 metre ve ağırlığı 28 kg civarındaydı.

Lucy gerçekten de o zamana kadar bulunmuş diğer Australopithecuslarla kıyasladığında oldukça küçük ve daha ilksel özellikler gösteriyordu. Johanson, Lucy ’nin cinsel dimorfizm gösteren farklı bir tür olduğunu öne sürdü. Australopithecus afarensis olarak tür ismi verilen Lucy, küçük gövdesi ve küçük kafatasıyla iki ayaklı akrabalarımızın içinde en şaşırtıcı olanıydı.

Lucy ’nin hemen peşinden gelen bir başka keşif olan Laetoli ayak izleri ve devamında gelen fosiller, filogenetiğimizi Pliyosen’e kadar götürmekteydi. Ayrıca evrimin hızı ve yönü üzerinde de şaşırtıcı veriler sağlamıştı. Aralarında 500 bin yıl bulunan Laetoli ve Hadar fosilleri morfolojik olarak birbirlerine benziyordu. Richard Leakey 3 milyon yıl önce ortaya çıkmış bu türün, tüm türlerin atası olduğunu öne sürüyordu. Bu durum genetik bir daralmaya işaret eder.

Lucy ayrıca diş özelliklerinin evrimine de ışık tuttu. Lucy ’nin ve Australopithecus soyundan gelen diğer örneklerin diş analizi, ön diş morfolojisinde diyet adaptasyonları ve çiğneme fonksiyonuna işaret eden değişiklikleri ortaya çıkardı. Dişler, kuyruksuz büyük maymunlara benziyordu fakat insanınkine daha çok benziyordu. Çene daha parabolikti ve diastema (iki diş arasındaki boşluk) yoktu, köpek dişleri ise azı dişlerine benziyordu. Bununla birlikte Lucy ’nin insan dişlerinden de farklı özellikleri vardı. Arka dişleri insanlarla kıyaslayınca neredeyse iki katı daha büyüktü. Mine kalınlığı ise insanlarınkinden bile daha kalındı. Oysaki kuyruksuz büyük maymunlarda diş minesi insanlarınkinden incedir. Australopithecuslar kalın minenin atasal bir özellik olduğunu göstermesi bakımından da oldukça önemli fosillerdir.

LUCY NEDEN ÖLDÜ?

Lucy’nin önemi sadece onun iki ayak üzerinde yürümeye adapte olmuş özel bedeninden kaynaklanmıyor. Onun ölümü de morfolojisi gibi oldukça özel. Lucy’nin ölüm nedeni de ilgi uyandıran bir konu. O, neredeyse tama yakın bir iskelete sahiptir ve ilk defa bu kadar yaşlı bir homininin ölüm nedenini bize gösteriyor olabilir. Bazı araştırmacıların toprak kayması veya hayvan saldırısı nedeniyle ölmesi gibi hipotezler öne sürmüş olmalarına rağmen kuşkusuz en güçlü hipotez ağaçtan düşme hipotezidir. Teksas Üniversitesi’nde antropoloji profesörü ve araştırmanın başyazarı John Kappelman ve jeoloji bilimleri profesörü Richard Ketcham, Lucy ’nin iskeletinin yüzde 40’ını otuz beş binden fazla tomografi taraması ile dijital kayıt altına aldı. Tarama sonuçları sağ kol kemiği ile omuzlarda ancak yere çarpmanın sonucu oluşabilecek kırıklar olduğunu gösteriyordu. Genel olarak bakıldığında Lucy, kırık ayak bileği, kol, leğen kemiği en az bir kaburga kemiği kırığı ve iç organlara da ağır şekilde sirayet ettiği düşünülen hasarlara sahipti. Kappelman, iyileşme izine dair herhangi bir kanıt sergilemeyen bu bulgular ışığında ölüm zamanına yakın bir zamanda bu hasarların oluştuğunu belirtiyor.

Primatlar arborealism (ağaçta yaşam) adaptasyonu gösterir. Ağaçta evrimleşmişlerdir. Kavrayıcı eller, görece vücuttan daha uzun kollar onlara hem besin hem de sığınak sağlayan ağaçlarda uzun süre yaşayabilmeleri içindir. Fakat belli ki Lucy bu adaptasyonu kaybetmeye başlamıştı. Evet ağaçlar hala sığınak olarak kullanılıyordu belki ama dik yürümeye adapte olmaya çalışan fiziksel özellikler, onun ağaçlara tırmanma yeteneğini gölgede bırakacak şekilde daha sık düşmesine katkıda bulunmuş olmalı.

Özetle Australopithecus afarensis fosili Lucy, dikkat çekici derecede eksiksiz olan iskeletiyle, erken homininlerin anatomisi ve hareketleri hakkında değerli bilgiler sağlıyor. Lucy ’nin Afrika’daki keşfi, Afrika’nın insan evriminin doğduğu yer olduğu hipotezini destekledi. Ek olarak, Lucy ’nin iki ayaklı adaptasyonları, dik yürümenin evrimi hakkındaki önceki varsayımlara meydan okuyordu. Son olarak Lucy ve çevresi üzerine yapılan çalışma, ilk homininlerin yaşadığı çevre ve ekolojiye dair anlayışımıza da katkıda bulundu.

Lucy’nin keşfi insanlık tarihinde çığır açan bir dönüm noktası oldu. Bu keşif, insan evrimi ve anatomisi hakkındaki anlayışımızı kökünden değiştirdi. Lucy’nin dik yürüme yeteneğine sahip olması, insanın atası olarak kabul edilen ortak atamızın ağaçlarda yaşayan primatlardan farklılaşmaya başladığına işaret eder. Ayrıca, Lucy’nin cinsiyetinin belirlenmesi ve sağlam iskeletinin incelenmesi, insanın evrim tarihinde kadınların rolünün anlaşılmasına önemli katkılarda bulundu. Onun ölümüne dair yapılan araştırmalar da primatların ağaçta yaşama adaptasyonunun kaybının, dik yürüme adaptasyonunun kazanılması sürecindeki önemini vurgular. Lucy’nin keşfi, insanlık tarihine ışık tutan ve evrim sürecini anlamamızı sağlayan önemli bir adımdır, bu yönüyle gerçek anlamda insanlık tarihine dair anlayışımızı önemli ölçüde değiştirmiştir.