İntihar ediyorlardı peş peşe

Bizden başka yüzlerce traktör daha vardı. Hannibal’ın filleri gibiydi. Çok kızgındı çiftçiler. İflas ediyorlardı. İntihar ediyorlardı peş peşe. Karınlarına bir bıçak saplıyorlardı daha çok.

Metin Yeğin myegin@gazeteduvar.com.tr

Traktörün terkisine oturmuştum. Çok sallamıyordu ama düzgün yollar genellikle Güney Kore’de. Şehre iniyorduk zaten. Şehir meydanını geri alacaktık. Bir gün önce ele geçirmişti polisler. Miting sırasında bir otobüs yakmıştı çiftçiler, polis otobüsü. Kimse yoktu içinde ama. Uzun demir çubuklarıyla pencerelerdeki parmaklığı sökmüşlerdi ve içine molotof atmışlardı. Neden doğrudan üstüne atmadılar bilmiyorum.

Her şeyi çok iyi görebildiğim bir yerdeydim. Kürsüdeydim ben de, uluslararası delege olarak. Dayanışma duygularımızı iletiyorduk. Via Campesina başkanı bir Endonezya dili konuşuyordu. Diğer bir Endonezyalı delege onu İngilizceye çeviriyordu. Koreli çiftçi sendikasından biri de Koreceye. Bayağı zaman geçiyordu bunlar olurken. Belki de beklemekten canları sıkıldı çiftçilerin. Bu yüzden yakmışlardır. Bir arkadaşa sordum aslında akşam, neden yaktıklarını, İngilizce biliyordu. Biraz yüzüme baktı önce, sonra ‘neden yakmasınlar’ diye, o bana sordu. Bir şey demedim çubuklara saklandım. Çubuklarla pirinç pilavı yiyorduk o sırada. Yağsız yapıyorlar ‘pilavı’. Yiyemiyormuş gibi yaptım, cevap vermekten kaçtım. Kolaydı benim için zaten, pek beceremiyordum. Soru arada kaynadı böylece. Bana güldük biraz ama sıkı acı yiyerek onurumu kurtardım sonra, sanırım.

Bir de pirinç rakısı iyi içebiliyordum. Kolaydı. Çubuk gerekmiyordu içerken…

Bizden başka yüzlerce traktör daha vardı. Hannibal’ın filleri gibiydi. Çok kızgındı çiftçiler. İflas ediyorlardı. İntihar ediyorlardı peş peşe. Karınlarına bir bıçak saplıyorlardı daha çok. Yanlarında her zaman keskin bir bıçakları oluyordu zaten. Çiğ yediğimiz balıkları onunla doğruyorlardı mesela. İnce ve uzun dilimliyorlardı daha çok, balıkları…

Ve pek ölüme aldırdıkları yok gibiydi. Sahiden filmlerine benziyorlardı.

Homurdanarak şehre doğru gidiyorduk, yüzlerce fil. Aralarda diğerleri katılıyordu. Başlarına kızıl bant takmıştı bazıları. Uzun beyaz yağmurlukları vardı daha çok üstlerinde, ince şeffaf. Alacakaranlıktı henüz. Yağmur başladı yine. Onlar aldırmadılar. Çizmeleri de vardı zaten. Su içindeydi ömürleri boyunca çalıştıkları çeltik tarlaları.

-Bir çöp torbasını kenarından delip, kafamdan geçirmiştim. Kuru tutuyordu beni ve kamerayı.-

Henüz uyanmamıştı şehir girdiğimizde. İnsanlar tek tük, sırtlarına uykularını almış yürüyorlardı. Bize bakıyorlardı geçerken; traktörler, kenarlarına çiftçi sendikası bayrağı asılmış, birkaç tane açılmış pankart, su tankları arkalarına bağlanmış römorklarda, eğer polis tazyikli su sıkarsa onlara karşı sıkılacak ve ben, kafasına çöp torbası geçirmiş adam…

Sonra şehrin merkezine doğru gittik. Hava aydınlanmaya başlamıştı. Oturduğum traktör terkisinde, dökülmüş pirinç taneleri bile görünüyordu artık. Polis gelir diye düşünüyordum ama onlar gelmeden biz oraya gittik. Polis merkezinin önüne toplanmaya başladı traktörler. Peş peşe dizilmeye başladılar ve yolu kapatacak kadar geniş. Işıklar yandı polis merkezinde, yine peş peşe ve sonra en azından yarısı traktörlerin, park ettiler oraya. Sendikanın söylediğinden ne bir eksik ne bir fazla.

Polis otobüsleri sıkıştı, çıkamadı o sabah ve çiftçiler meydanları zapt ettiler yine…

Tüm yazılarını göster