IPCC 6. Değerlendirme Raporu'nun (AR6) ilk çalışma grubu
çalışması yayımladı. 1990’da çıkan ilk değerlendirme raporu BM
İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne neden olmuştu. Son
raporun ilk kısmının sonuçlarını görünce ve devamında gelecek diğer
kısımlar tamamlandığında yeni bir siyasi süreç başlayacağını
şimdiden söyleyebiliriz. Raporun anlaşılması gereken pek çok boyutu
var. Eleştiriye muhtaç ya da tartışmaya açılması gereken yanları da
var. Ancak 14 bin bilimsel çalışmayı inceleyen 234 yazarın 3949
sayfalık bu çalışmasını konuyla ilgilenenler için çok iyi bir
bilimsel literatür derlemesi ve ötesinde bunların sentezi olduğunu
söyleyebiliriz. Bu anlamı ile aslında sıkı bir kılavuz
sayılabilir
OLACAK DEĞİL OLDU!
Küresel ısınmayı gündemine yeni alanlar ya da yüzeysel bakanlar
için bu rapor “sadece” gelecekte olanları anlatıyor. Dikkatli
olanlar için “zaten oldu, dahası olacak” dendiğini görecektir.
Siyaset “olacak” formatını sever, çünkü sorumluluk ileri bir tarihe
atılmıştır. Ama “oldu” formatını hiç sevmez. Çünkü bunda rolü, payı
vardır.
Rapor 1750 yılı, yani sanayileşme öncesine göre yakılan fosil
yakıtlar ve doğa tahribatı yüzünden atmosferdeki karbondioksit
birikiminin %47, metan birikiminin ise %156 arttığını, artık
atmosferin fazlasını tutamadığını anlatıyor. Bu nedenle zaten
iklimin değiştiğini ve geri dönülmez noktaya hızla girdiğini
örneklerle anlatıyor. Bunu derken devamında ne kadar kalıcı bir
değişim yaratılacağını da söylüyor. Rapor (i) okyanuslar, deniz
seviyesi ve buzul tabakalarında zaten geri dönüşü olmayan
değişiklikler olduğunu, (ii) eskiye dönmenin yüzlerce yıl, hatta
bin yıl alacağını, (iii) böyle giderse bu üç alandaki sorunun daha
derinleşeceği bunların da kalıcı olacağını, (iv) diğer alanlarda da
kalıcı değişimlerin kapıda olduğunu, (v) iklimin devrildiği, geri
dönülmez noktaya geldiğini, geçmek üzere olduğumuzu tek tek
anlatıyor.
Rapor medyada “harekete geçmeliyiz” gibi mesajlarla veriliyor
ama bu raporun nasıl yanlış okunduğunun bir göstergesi. Aslında
rapor o kadar net ki...
Diğer yandan raporun önemli bir yanı, aşırı hava olaylarına iyi
çalışarak Türkiye’de her aşırı hava olayını iklime bağlayan ezberci
yaklaşımı değiştirecek gibi görünüyor. Türkiye’de özellikle iktidar
ve hakim siyaset konuyu iklim değişikliğine bağlamayı çok seviyor.
Artık klişe haline gelmiş “iklim krizi” lafı ise STK’ların da
kolayına gelmekle birlikte asıl iktidarı akladığını unutmamak
gerekiyor. Ancak son rapor örnekleri aslında zaten aşırı hava
olaylarının geçmişte ne kadar sıklıkla olduğu referansı ile
anlattığı için, 1850’lerde 10 yılda bir olan olayın bugün iki defa
olması durumunda bu iki olayın hangisinin doğal, hangisinin iklim
değişikliğinin sonucu olduğu tartışmasını beraberinde getireceği
için iyi bir şey olduğunu belirtelim.
Raporun bizim hükümetin de onayından geçtiği için bu raporu
resmi bir belge olarak kabul etmeliyiz. Dolayısıyla
söyleyeceklerimizin hükümeti ve siyaseti bağlaması gerekiyor.
Ayrıca bu rapordaki bulguları ülke politikalarına sokmanın başta
hükümetin ve devamında Meclis'teki siyasi partilerin sorumluluğu
olduğunu da ekleyelim.
Bu yazıda raporun çok geniş özetini yapmak yerine, son yaşanan
felaketler ile ilişkisini kuracağımız kısmı ile yetineceğiz.
AŞIRI HAVA OLAYLARI NE KADAR ARTTI?
Rapor 1850-1900 dönemini referans alarak mevcut 1ºC sıcaklık
artışı ve devamında daha yüksek sıcaklık artışları ile aşırı hava
olaylarının sıklığı ve şiddetinin ne kadar arttığını modellemiş. Bu
modellemeye göre o dönemde 10 yılda bir görülen aşırı sıcakların
şimdilerde (yani 1ºC artış ile) 2,8 defa görüldüğünü, 1,5ºC artış
ile bunun 4,1 katına çıkacağını 2ºC artış ile bunun 5,6 kat gibi
bir seviyeye çıkacağını modellemiş. Burada 2ºC’deki verinin aslında
aşırı hava olaylarının normalimiz olduğu anlamı
çıkartabilirsiniz.
Benzer şekilde 50 yılda bir görülen sıcaklıkların, aşırı
yağışların ve kuraklıkların da değerlerini çıkarmış. Aşırı
yağışlara ayrıca değinirsek 1850’lerde 10 yılda bir görülen
yağışların bugünlerde 10 yılda 1,7 defa görüldüğünü, 1,5ºC artış
ile 2’ye , 2ºC ile 2,4 katına çıktığını tespit etmiş.
Burada ilginç bir çelişki var. O da aşırı yağışların sıklığı ile
beraber toprağın nemliliği de artarken kuraklık da bir taraftan
artıyor. Bu yeni su döngüsünün başlı başına bir mesele olduğunu
belirtip burada geçeceğiz.
Bu verileri verdikten sonra modellemeler ve simülasyonlara dair
küçük bir not düşelim. Bu çalışmalar belli termodinamik, akışkan
dinamiği ve sistem dinamiği arka planları ile enerji dengesi gibi
çeşitli denge modelleri ile yapılan çalışmalar olup bunların
coğrafi dilimlere bölünmesi çok farklı sonuçlar doğurur. Yani
buradaki sayılar Türkiye için birebir karşılık bulmayacaktır ancak
gösterge olarak bir değeri vardır. Bu notu düşerek Türkiye’ye
dönelim.
TÜRKİYE'DE 10,4 KATI!
IPCC raporuna göre 1850-1900 döneminde her on yılda bir yaşanan
aşırı sıcaklar şimdilerde 2,8 defa, aşırı yağışlar 1,3 defa,
kuraklık ise 1,7 defa yaşanacağı bilgisini verdiğine göre bunu
Türkiye ile karşılaştırabilir miyiz? Öncelikle Türkiye için bu
kadar uzun aralıklı veri olmadığını belirtelim. Ayrıca tek tek
bulmak da kolay değil. Ancak elimizde bazı Meteoroloji Genel
Müdürlüğü verileri var. MGM verilerine göre Türkiye’nin 1950-1959
ve 2011-2020 dönemi aşırı meteorolojik olay sayılarını biliyoruz.
Daha yakın bir dönem karşılaştırması olması, bütün aşırı
meteorolojik olayları kapsamasına rağmen 1950’lerde yaşanan olay
sayısının 10,4 katı 2010’larda yaşanmış. Yani IPCC’nin dünyada 150
yıl aralıkla iki dönemde ve tek bir olay türünde 1,3 ile 2,8 kat
arası değişime karşılık Türkiye’de 50 yıllık aralıkta iki dönemde
bütün aşırı meteorolojik olayların 10,4 katına çıkması gibi bir
resim karşımızda.
Burada iki soru karşımıza çıkıyor: Ülkemizde iklim krizi
ötesinde bir durum mu var? İkincisi ise 1ºC yerine 1,5ºC sıcaklık
artışı olunca ülkenin hali ne olacak?
Bu iki sorunun cevabını almak için Bozkurt ve Ayancık meselesini
inceleyelim.
BOZKURT, AYANCIK; İKLİM KRİZİ Mİ, SİYASİ KRİZ Mİ?
Taşkınların ve su baskınlarının bu bölgenin anormali olduğunu
biliyoruz. Nitekim Batı Karadeniz Taşkın Yönetim
Planı’na göre sadece Ayancık merkezde 1963, 1964, 1983 ve
1987’de taşkınlar yaşanmış. Sadece 1983’deki taşkında beş can kaybı
olmuş. Bozkurt’da da 1989’da yaşandığını ve hiç can kaybı
olmadığını biliyoruz.
Peki burada felaket sel mi? Değil aslında. Sel doğal bir olay.
Burada sorun taşkın ya da su baskını da değil. Aslında sadece bir
su baskını olsaydı geçmişteki can kayıplarından biraz daha fazlası
yaşanırdı ama bu düzeyde felaket olmazdı. Burada sorun ötesinde,
tomruk baskını. Tomrukların set çektiğini, böylece akıntı
biriktirilerek sonrasında setin patlaması ile önüne kattığı
köprüleri (Ayancık ve Bozkurt) ve binaları (Bozkurt) yıktığını
biliyoruz. Tabii ki dere yatağına ev yapılmasa bunlar daha hafif
olurdu. Ancak o tomruklar olmasa bu can kaybının yanına bile
yaklaşamayacaktık.
TOMRUK BASKINI!
Asıl sorun su baskını değil tomruk baskını ise bunun nedeni ne?
Aslında resim çok net. Öncelikle hem Ayancık hem de Bozkurt’un
Kastamonu Orman Bölge Müdürlüğü’ne bağlı olduğunu belirtelim. OGM
bölge müdürlüğü raporlarına göre 2017’de 2.05 milyon metreküp
endüstriyel ağaç kesilmiş. 2020 raporunda ise bu kesim miktarının
2,8 milyon tona çıkmış olduğunu görüyoruz. Neredeyse üçte bir
oranında artmış. Yetmemiş, yakacak odun kesimi de üçte bir artmış.
Bu bize birkaç sonuç doğruyor. Birincisi OGM işi gücü bırakmış ağaç
kesme işine girmiş. İkincisi bu kadar kesimin tahribatı muhakkak
olacaktır. Üçüncüsü ise bu kadar kesim stok sorunu yaratacaktır ki
sonuç zaten bunu gösteriyor. Dördüncü olarak Kastamonu OGM işi
ormanları paraya çevirmeye indirgenmiş ve sadece 2020’de 723 milyon
TL kütük satmış. Beşinci ve sonuncu olarak OGM bu işler yüzünden,
muhtemelen, “Taşkın ve Rüsulat Kontrol
Yönetmeliği” ile tanımlı görevlerini yerine getiremeyip su ve
tomruk baskınına neden olmuş.
Bu beş madde yasal işlem gerektiren durumları karşımıza
çıkartıyor ama siyasi partiler işin bu kısmı ile ilgilenmediği için
üzülerek sadece notu düşelim.
Bu beş nedene bir neden daha ekleyelim mi? MGM'nin 11 Ağustos
günü bölge için yağışlar nedeniyle toprağın doyduğunu, 12 ve 13
Ağustos yağışları için sel uyarısı yaptığını ve bunun
gereğini kimsenin yerine getirmediğini söylesek ne
düşünürsünüz?
Yedinci ve son neden ki buna bütün nedenlerin toplamı ve aynı
zamanda her nedenin de kaynağı diyebiliriz.
Şimdi sıkı durun. 2 Ağustos 2018 günü Cumhurbaşkanlığı’nın ilk
100 Günlük Programı açıklamıştı. Programda
Tarım ve Orman Bakanlığı için “Odun üretiminin 15 milyon m3'ten 21
milyon m3’e çıkarılarak %40 artış sağlanması” gibi bir hedef
konuldu. 13 Aralık 2018’de ikinci bir 100 Günlük Program daha
çıktı. Bu sefer odun üretimi 24
milyon metreküpe çıkarıldı. Bu planlara göre ormandan kesilecek
ağaç miktarı neredeyse %60 arttırılmış oldu. O karardan sonra
ormancılar ağaç kesme yarışına girdiler ve sonucunda 2020 yılında
sadece endüstriyel olarak 24,75 milyon metreküp endüstriyel ağaç
kestiler. Benzer bir artış yakacak odunda da oldu.
Şimdi neden iklim krizi, HES ya da başka bir şey tartışmamamız
gerektiğini, neden siyasi krizin nüvelerini tek tek bulmak ve asıl
soruna gelmek, asıl resmi koymamız gerektiğini anlıyor musunuz? Çok
açık ki ortada bütünsel bir siyasi suistimal, yerine getirilmeyen
yasal sorumluluklar ve bunun hesabını yapmayan bir iktidar dışı
muhalefet var.
Özetle, IPCC 'iklimi değiştirdik, daha çok değiştireceğiz'
diyor. Ama veriler Türkiye’de beklenenin ötesinde felaketleri
gösteriyor. Çünkü ülkede iklim krizinden çok siyasetin krizi
var.