Orta Doğu’nun yine kritik zamanlarından birinde İran’da görev değişimi yaşanıyor. Nizamın mutemet adamı olarak ‘aday eleme’ taktikleriyle sandıktan çıkartılan Ayetullah İbrahim Reisi dün yemin ederek cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdu.
Reisi ile birlikte neyin ne kadar değişeceğinden bağımsız olarak İran’ı çevreleyen koşullar dramatik değişimler gösteriyor:
- ABD’nin Afganistan’dan çekilmesine paralel İran’ın geçmişte epey düşmanlık yaşadığı Taliban vura vura dönüyor. Tahran’ın diyalogla yanaştığı Taliban’ın izleyeceği siyaset, iç savaş ve göç dalgası İran’ın ulusal güvenliğini birinci dereceden ilgilendiriyor.
- Amerikan güçleri İran ile ABD arasındaki kavganın ön cephesine dönüşen Irak’tan muharip güçlerini yıl sonu itibarıyla çekiyor. Ama tam olarak çekilmiyor. Askeri eğitmen, danışman ve teknik destek misyonuyla Irak’ın iç denkleminde olmaya devam edecek.
- Irak’taki bu ayarlamaya paralel olarak ABD, Katar’daki birliklerinin bir kısmını Ürdün’e kaydırdı. Yani ABD bölgeyi terk etmiyor, Irak’ta ateş altında kalan birliklerini güvenceye alırken Irak ve Suriye’de hava operasyonlarını yürütebileceği yakınlıkta üsleniyor.
- Suriye’de Beşşar el Esad seçimin ardından dördüncü görev dönemine başlarken İran destekli milis güçlerle ABD arasında Irak’taki gerilimler buraya da taşınıyor. Ancak Rusya ile ABD arasında devam eden görüşmelerde ilerleme sağlanırsa Suriye’de yeni bir Amerikan tutumunu da görebiliriz. Bu ABD’nin Ruslar kadar İranlılarla nasıl yol alacağına bağlı.
- Lübnan’da Körfez-Amerikan-İsrail ekseninin Hizbullah’ı sahneden silme misyonuna gönüllü olan Saad Hariri’nin hükümeti kuramamasının ardından Necib Mikati şansını denerken ülkedeki ekonomik ve yönetsel kriz derinleşiyor. İran’ın Suudi Arabistan, İsrail, ABD ve Fransa ile farklı düzeylerdeki uzlaşmazlıkları Hizbullah üzerinden Lübnan iç siyasetine de yansıyor.
- Yemen üzerinden Suudi-İran kapışması hâlâ canlılığını korusa da Bağdat’ın arabuluculuğunda başlayan görüşmeler önem arz ediyor. Reisi ile birlikte bu görüşmeler ilerlerse Orta Doğu’da farklı bir hikâye için önsöz çıkar.
- İran ile İsrail arasında ‘gemi delme’ savaşı iyiden iyiye kendini ele veriyor. 29 Temmuz’da İsrailli Eyal Ofer'in sahibi olduğu İngiltere merkezli Zodiac Maritime şirketine ait Mercer Street isimli gemiye Umman açıklarında insansız hava araçlarıyla saldırı oldu. Bir İngiliz ve bir Romanyalı mürettebat ölünce İran’a karşı cephe genişledi. Amerikan yönetimi kolektif yanıt vermekten bahsediyor.
***
İran’ın Reisi ile birlikte nereye gideceğine dair tahminler yürütülürken özellikle İsrail’le gemi savaşının anlamı üzerinde durmak gerekiyor. İsrail, İran’ın nükleer tesislerini sabote etmeye, bilim insanlarını öldürmeye ve Suriye’de İran bağlantılı güçleri vurmaya dönük çabalarına son iki yılda İran petrol gemilerine saldırılarını da ekledi. Görevi sona eren Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı İshak Cihangiri 2 Ağustos’taki açıklamasında ilan edilmemiş bir deniz savaşı olduğunu, 12 İran gemisinin açık denizlerde saldırıya uğradığını, kimisinin sızma hareketleriyle motor dairesinin patlatıldığını açıkladı. Daha önce İsrail basını 12 gemide ağır hasara yol açıldığını yazmıştı.
İran “stratejik sabır” diyerek kendini tutuyordu. Nükleer anlaşmadan tek taraflı çekilen ve petrol satışını sıfıra indirme hedefiyle maksimum baskı stratejisi uygulayan ABD’nin karşısında elde ettiği ‘haklılığı’ diplomatik avantaja çevirmeye çalışıyordu. İran gemilerinin hedef alındığına dair ilk vakıa Happiness adlı petrol gemisinin 30 Nisan 2019’da Kızıldeniz’de saldırıya uğramasıyla kayıtlara geçti. 20 Ağustos 2019’da Helm adlı petrol gemisi yine Kızıldeniz’de Akdeniz’e doğru ilerlerken hedef oldu. İran bu iki olayı teknik hata deyip geçiştirmişti. Geçen 10 Mart’ta Shahrekord adlı kargo gemisi Akdeniz’de hedef oldu. 6 Nisan’da bir İran gemisine eşlik eden Saviz adlı gemi füzeyle vuruldu.
Bunlar karşısında “stratejik sabır” siyasetinin terk edildiğine dair ilk işaret muhafazakârların kontrolündeki parlamentonun aralıkta “Yaptırımların Kaldırılmasına Yönelik Stratejik Eylem” tasarısını kabul etmesiydi. Bu İran’ın nükleer anlaşmada (JCPOA) taahhütlerini azaltmasına imkân veren muafiyet maddelerini kullanması anlamına geliyordu. Bu kararla uranyum zenginleştirme oranı yüzde 20’den yüzde 60’a çıkartıldı. JCPOA ile uzlaşılan seviye ise yüzde 3.6.
Yeni stratejinin sahaya yansıması da uzun sürmedi:
25 Şubat’ta İsrailli RAY’e ait Helios-RAY Umman Denizi’nde, 24 Mart’ta İsrailli XT Management’e ait ticari gemi MV Loriwas Hint Okyanusu’nda, 13 Nisan’da İsrailli PCC şirketine ait Hayperion Ray adlı ticari gemi Umman Denizi’nde, 3 Temmuz’da İsraillilere ait Tyndall adlı gemi Hint Okyanusu’nda vuruldu. Bunlar gürültüsüzce geçiştirilirken iki mürettebatın öldüğü 29 Temmuz’daki saldırı işin rengini biraz değiştirdi. İran’ın Arapça kanalı El Alem’e göre 29 Temmuz’daki saldırı İsrail’in Suriye’nin Dabaa Havalimanı'na yaptığı saldırıya misillemeydi. Kuseyr bölgesindeki havalimanına 22 Temmuz’da düzenlenen saldırıda İran bağlantılı iki kişi ölmüştü.
Saldırılar İsrail’in içine de taşındı. 21 Nisan'da Ramle yakınlarında Tomer füze ve mühimmat fabrikasında büyük patlamalar oldu. İsrail’e göre patlama rutin bir testten kaynaklandı. 22 Nisan’da Dimona nükleer tesislerinin yakınına bir füze düştü. İsrail’e göre düşen füze rotasından sapan Suriye hava savunma sistemine ait bir S-200/SA-5 füzesiydi. Yine de gözler İran’a çevrilmişti.
İran saldırıların sorumluluğunu reddetse de Devrim Muhafızları Komutanı Hüseyin Selami haziranda fotoğraftaki buzlanmayı çözen bir açıklama yaptı:
"Siyonistlerin nükleer endüstrimiz için sorunlar yaratmasının üzerinden 2 yıl geçti. Siyonist rejimin ulusal güvenlik yapısının zarar görmeyeceğini sandılar ama bir anda ortam değişti. Gemileri saldırıya uğradı, Natanz'da sabotaj eyleminden sonra füze fabrikaları yıkıldı, Hayfa rafinerisi havaya uçtu ve Rafael adlı en büyük savunma kompleksi yangına maruz kaldı. Siyonist rejimin güvenliği sonsuz bir yenilgiye uğradı.”
İran muhtemelen bu saldırılarla İsrail’e bir sınır çizilmesini hedefliyor. ABD de tersinden Tahran’ı sıkıştırmak için gerekçe bulmuşa benziyor. Ki BM silah ambargosunun yenilenmesine hayıflanan ABD şimdi saldırıları kullanıp Güvenlik Konseyi’ni ikna etmeye hazırlanıyor.
***
Girişte sıraladığım gerilim zincirindeki halkalar sıkı sıkıya birbirine bağlı. Bu tür bir denklemin ortasında İran’daki iktidar değişimi her haliyle önemli. Bu değişim Joe Biden’ın ABD’de başkan olmasının ardından Viyana’da yeniden başlayan nükleer müzakerelere de denk geldi. Tıkanan masa yeni yönetimi bekliyor ve herkes ne tür koşullarla dönüleceğini merak ediyor. ABD’nin pazarlığa İran’ın balistik füze programı ve Orta Doğu’daki faaliyetlerini sınırlama taleplerini ekleme çabası ve yaptırımları kaldırmaması bu tıkanmanın ana nedeniydi. Giden Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani esnek yaklaşımdan yana olsa da anayasa gereği ulusal güvenlik ve dış politikada kararları belirleyen dini lider Ayetullah Ali Hamaney taviz verilmesine yeşil ışık yakmadı. İç ve dış politikada sıfır tecrübe ile işe koyulan Reisi dini liderlik ile cumhurbaşkanlığı arasındaki uyumsuzluğu mantıken ortadan kaldırıyor. Reisi devrim hükümeti kurma sözüyle dini liderlik, Genelkurmay Başkanlığı, Devrim Muhafızları, Kudüs Gücü gibi nizamın taşıyıcı kolonlarının peşin desteğiyle koltuğa oturdu. Başka bir yol tutturması kapasite, durduğu zemin, dünya görüşü ve içerdeki bağlantıları bakımından zaten mümkün değil. Bunun ne anlama geldiğini yukarıda sıraladığım olaylardan anlıyoruz.
Ruhani giderayak Batı ile diyalogun başarısızlığından muhafazakârları suçlarken dünyaya açılmak için füze programının da müzakereye açılması gerektiğini ima ederek “Tüm alanlarda müzakere edebilmemiz için bize izin verilmelidir" dedi. Muhafazakâr medya "Ne affedeceğiz ne de unutacağız", "Amerika'ya itimat hükümeti yolun sonuna geldi" ve "Helal etmeyeceğiz" gibi manşetlerle Ruhani’yi uğurladı.
Nizamın temel kurumlarının destek sunduğu Reisi’nin önündeki yol iki kapıya da açılma potansiyeli taşıyor: Asıl karar veren mercilerin vetosuyla karşılaşmadan sonuç alacak müzakerelere girebilir ya da Batı ile mutlak kopuşa sürüklenebilir. Sistemin Ruhani’ye verdirtmediği tavizi Reisi’ye verdirebileceği yönünde bir akıl yürütmesi yapılıyor. İran’ın karmaşık stratejik aklı bu tür manevralara açık kapı bırakıyor. Reisi’nin tavizi ‘onurlu esneklik’ olarak sistem içinde kabul görebilir. Batı da bu fikre yatırım yapma eğiliminde. AB’nin yemin törenine özel temsilci göndermesi köprüleri koruma niyetine işaret ediyor.
Fakat bu esneklik İran’ın bölge politikalarını ne kadar içerir? Ki ABD’nin sorun edindiği meselelerin başında İran’ın Irak, Suriye, Yemen, Lübnan, Filistin ve İsrail’le ilgili politikaları geliyor.
Reisi’nin ‘devrimci’ kadroları öne çıkaracağı, Devrim Muhafızları ve Kudüs Gücü’nün pozisyonunun daha da güçleneceği beklentisi hakim. Orada başka türden bir akıl yürütülüyor. Stratejik sabırdan gerilim bandına sıçramanın masada İran lehine kesin sonuçlar vereceğini düşünüyorlar. Bu stratejinin garantisi var mı, yok. ABD de el yükseltirse ki öyle yapıyor, batı ile ilişkiler tekrar 2015 öncesine dönebilir. Geçmişte İran ‘devrimci çizgi’ adına oyunu kendi kurallarına göre oynadığında Rusya ve Çin de BM Güvenlik Konseyi’ne gelen tasarıları veto etme gereği duymamıştı. İranlılar bunun tekrarlanma olasılığını dışlamıyor. Hatta doğuya açılmanın batı kapısını telafi etmediğini de biliyorlar. Çin’le 25 yıllık stratejik anlaşmanın belirsizliği, doğunun da hazır ve onurlu bir kurtuluş reçetesi sunmadığını söylüyor.
İran’ın dış ilişkileri kadar içerdeki koşulları da çok yakıcı. Kuraklık, susuzluk, Covid-19’un yıkıcı etkileri, artan yokluk ve yoksulluk, yolsuzluk, kayırma, tekelleşme ve bütün bunların karşısında durup durup patlayan toplumsal öfke Reisi’ye “Elinden bir şey geliyorsa önce içerdeki yangını söndür” diyor. Bu dışarda kavgayı büyüterek nasıl mümkün olacak? Ki mevcut tabloyu değiştiremeyen bir muhafazakâr cumhurbaşkanının başarısızlığı kurulu düzene karşı çok sert fırtınalar biriktirecektir. Yoksa ‘direniş hükümeti’ beklenenin tersi bir esneklikle kapıların açılmasını mı zorlayacak? Sanırım kışa varmadan bunun yanıtını bulmuş olacağız.