İran’ın ‘devrimcileri’ ve ‘karşı devrimcileri’
Behrooz Ghamari'nin kaleminden 'Tahran 1979', Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlandı. Ghamari, kitapta, “devrim” sonrası hapishanelerde “cezasını” çeken, tahliyeyi ve idam edilmeyi bekleyen mahkûmların ya da “karşı devrimcilerin” öyküsüyle birlikte o dönemki bulanık ortamı anlatıyor.
Sosyologlar, tarihçiler ve siyaset bilimciler, 1979’da İran’da gerçekleşen dönüşümün yirminci yüzyıldaki en önemli toplumsal olayların başında geldiği konusunda hemfikir. Üzerinde anlaşılamayan nokta, Şah Rıza tarafından sürgüne yollandığı 1963’ten itibaren Ayetullah Humeyni’nin örgütlemeye başladığı, orta sınıfın ve din adamlarının başrol oynadığı hareketin bir devrim olup olmadığı.
Humeyni ve Ayetullahlar tarafından İslami devrim diye adlandırılan bu hareket, 1979’da İran’da hızlı bir değişime yol açtı. Farklı siyasi görüşten, dinî ve etnik kimlikten pek çok insanın sokakta bulunduğu o günlerde hemen herkes, “devrim”i sahipleniyordu. Örneğin İranlı komünistlerin çoğunu temsil eden TUDEH (İran Kitleleri Partisi) temsilcileri, din adamlarının ve Humeyni’nin liderliğindeki hareket sonrasında “kendi hakları olduğuna inandıkları” iktidarı kolayca ele geçireceklerini düşünmüştü. Yanıldıkları kısa süre sonra ortaya çıktı. Benzer şekilde “devrim”in en ön saflarında yer alan kadınlar, yaşam standartlarında ve ülkenin geleceğinde çok daha fazla söz sahibi olacağını umuyordu. Onlar da fena hâlde yanılmıştı.
Humeyni ve Ayetullahlar, Batı’ya ve Pers geleneğine ait her şeyi yok ederken “sallandıran yargıç” ve “devrim kasabı” Sadık Halhali’nin, Humeyni ve “devrim” adına verdiği kararlarla ülke hapishaneleri “karşı devrimci” diye yaftalananlarla doluyor, sokaklar ve cezaevi avluları birer infaz sahasına dönüşüyordu.
1979’da ülkeyi terk eden Şah Rıza’nın emriyle kurulan gizli servis SAVAK’ın, 1963-1979 arası gerçekleştirdiği hukuk ve ahlak dışı eylemlerin, “yargılı” ve yargısız infazların benzerleri, bu kez Ayetullahlar ve Devrim Muhafızları tarafından “rejimin selameti” için “karşı devrimcilere” uyarlanıyordu.
Behrooz Ghamari, 'Tahran 1979'da, “devrim” sonrası hapishanelerde “cezasını” çeken, tahliyeyi ve idam edilmeyi bekleyen mahkûmların ya da “karşı devrimcilerin” öyküsüyle birlikte o dönemki bulanık ortamı anlatıyor.
'CUMHURİYET' VE 'YENİ BİR ANAYASA' VAADİ
İdama mahkûm edilmişken kanser nedeniyle tahliyesine karar verilen ve 31 Aralık 1984’te cezaevinden çıkan Ghamari, dışarı adım attığı anda hayatının önemli bir bölümünün tükendiğini ve “var oluş anlamında” öldüğünü kavrıyor.
1979’da, “cezaevlerinde siyasi mahkûm kalmayacak” diyerek “cumhuriyet” ve “yeni bir anayasa” vaat edenlerin hapse atıp idam kararını imzaladığı yüzlerce insandan biri olan Ghamari, kendisiyle beraber hücrelere gönderilen “karşı devrimcilerin” gözünden “devrim” sürecini şöyle anlatıyor: “Monarşiyi yıkmak için hep birlikte hareket edilmesi gerektiğini söyleyenlerin ağzından artık ahenksiz sesler yükseliyordu. Komünistlerin, sosyalistlerin, liberallerin, milliyetçilerin, kadınların, genç din adamlarının ve çok ihtiyatlı davranan Ayetullahların hepsi saçma sapan bir şekilde devrimin gerçek özünü oluşturduğunu söylüyordu. Güç hırsı yüzünden dostlar düşmana, devrimciler polise, mahkûmlar sorguculara, mahallenin ileri gelenleri ispiyonculara, şehir gerillaları katillere, öğretmenler ahlak zabıtasına, öğrenciler muhbirlere, dost sohbetleri kavgaya, aile toplantıları siyasi münakaşalara dönüştü. İki yıldan kısa bir süre içinde, gözlerimizin önünde hapishane duvarları daha da yükseldi, duvarların ardındaki zulüm daha da arttı.”
Ghamari’nin anlatısı tam bu noktada ve bahsettiği o duvarların ardında başlıyor. Son derece keskin iki anlamı bulunan “özgürlüğü” bekleyen mahkûmların “devrim” ve göstermelik mahkemelerle şekillenen öyküsü, kural ve kanunların manasını yitirişine, buradan da hapishanedeki ilişki ağına ve kurulan dostluklara uzanıyor. Bu dostluk anlatısı ise hem birbirine benzeyen hem de birbirinden ayrılan hikâyeleri çıkarıyor ortaya.
'KAN VE ATEŞ ÇEMBERİ'
Ghamari, 1979’dan itibaren büyük bir hapishaneye dönüşen Tahran’a ve kentteki dehşet merkezi hâline gelen Evin Hapishanesi’ne götürüyor bizi. “Devrimciler”in çeşitli suçlamalarla kodese yolladığı ve uzun sorgulara maruz kalanlar, idamı hak ettiklerine kanaat getiriliyor ya da önemsiz görüldükleri için ikinci bir emre kadar ceza çekiyor. Her iki durumun kişiler üzerinde yarattığı baskıyı, yaşadıklarından ve tanık olduklarından hareketle anlatan yazar, “devrimle” hayat bulan “kan ve ateş çemberini” hatırlatırken 1979 öncesi dışarıdaki ile ardından ülkeye hâkim olan içerideki yaşamı karşılaştırıyor: Evin Hapishanesi’ndeki absürt ve hiddetli sorgucular ve gözbağları ise içerideki yaşamın simgelerine dönüşüyor.
Ghamari, yalnızca hapishane dönemlerinden değil, öncesinden de anekdotlar paylaşıyor aralarda. Örneğin “devrim”in tamamlanma aşamasında, daha evvel sosyalist olan fakat 1979’la birlikte İslami rejimin sıkı savunuculuğuna soyunan, Müslüman öğrenci derneklerinde “kariyer” basamaklarını hızla tırmanıp eski yoldaşlarını ihbar ederek cezaevine, hatta idam sehpalarına gönderen arkadaşlarının adını da anıyor.
RUHSUZ 'DEVRİM'İN NOBRALIĞI
“Devrim” öncesi ve sonrası gerçekleştirilen zihinsel ve fiziksel işkenceleri hatırlatan Ghamari, 1979’dan evvel sokaklarda slogan atan; işçileri, öğrencileri, kadınları ve din adamlarını örgütlemeye uğraşan solcuların, rejim değişince “karşı devrimci” diye suçlanarak idam edildiğini anımsatıyor. Başka bir ifadeyle ruhsal parçalanmışlığa ve politik zeminin kayganlığına dair bir hikâyeye dönüşüyor yazarın hatıraları.
Bunlarla beraber, zekice sorular yönelttiğini sanan sorgucular karşısında “karşı devrimcilerin” verdiği yanıtlar, Ghamari’nin trajik anılarını biraz olsun yumuşatıyor. “Devrim”in kendine özgü trajikomik ve absürt mizahını, hızla inşa edilen İslam devletinin ve onun kaldıracı hâline gelen “devrim”in dayandığı “ilkeleri” de yansıtıyor bu diyaloglar: “Halk için ve halkla birlikte yapıldığı” iddia edilen “devrim”in, bir grubun dünya görüşünü monarşi döneminde bulunmayan “hukuk”tan, “adalet” ve “eşitlik”ten bahsederek İran’a dayatmanın aracına dönüştüğünü gösteriyor bu anılar.
Bu ortamda, “devrimciler” tarafından “suçlu” ve “devletin bekasının düşmanı” ilan edilen mahkûmlara karşı bir şiddet dalgası başlatılıyor. Ghamari, daha çok buradan doğan ruhsal işkencelere yoğunlaşırken askerlerle, polislerle, hâkimlerle, savcı ve Ayetullahlarla ete kemiğe bürünen terörizmin yarattığı mağduriyetleri anlatıyor. Bunların en başında ise yabancılaşma duygusu ve hiçbir şeyi bir mantığa oturtamamaktan kaynaklanan anlamsızlık geliyor. Dolayısıyla ruhsuz “devrim”in, aklını ve vicdanını yitirmemiş kişileri ezip geçen nobranlığı sızıyor her hikâyeye.
Bugüne dek “devrim” öncesi İran’a, “devrim” günlerine ve sonrasına dair teorik ve siyasi belgeseller hazırlandı, kitaplar kaleme alındı. Aralara, dönemin ruh hâllerini anlatan ve bunun toplumdaki yansımalarını çözümleyen hikâyeler de sıkıştırıldı elbette. Fakat bir bütün hâlinde bu konulara yoğunlaşan çalışmalar fazla değildi.
“Devrim” sonrası hapishanelerdeki tutsakların öykülerinin yer aldığı ve bir sözlü tarih anlatısı olarak okunabilecek 'Tahran 1979'da; ölüm yolunda ya da nerede biteceği belirsiz bir mahkûmiyet altında gelişen arkadaşlıkları, “devrim” öncesi başlayıp cezaevinde süren yoldaşlıkları ve buralardan süzülüp gelen hatıralara yer veren Ghamari, 1970’lerin sonunda İran’ın girdiği keskin virajı, kahramanlaştırmadığı bireylerin gözünden resmediyor.