Zamanında, sadece ülkesindeki Şahlık düzenine değil, her türlü baskı rejimine karşı çıkmış olan İranlı yazar Samed Behrengi, en ünlü kitaplarından biri olan Küçük Kara Balık’ta, tüm riskleri göze alarak bilinmez yollara düşen cesur, maceraperest ve kararlı bir balığın öyküsünü anlatır.
Çocuk kitaplarının aynı zamanda büyükler de okusun diye yazılmış olduğunu düşünen biri olarak, bu kitabın çevremizi kuşatan siyasi gelişmeler açısından da çok güçlü ipuçları barındırdığına inanmışımdır hep. Küçük Kara Balık’ın da bir “derdi vardır”.
Bu balık, toplumda kırılgan olduğu kadar sınırlarını zorlayarak kendini gerçekleştirmek isteyen ve engelleri yıkan kesimleri simgeler.
“Büyük balık küçük balığı yutar” klişesini yerle bir etmeye heveslenen Küçük Kara Balık, devasa pelikanlarla, testere balıklarıyla, balıkçıllarla mücadele ederek içinde dönüp durduğu nehrin nereye doğru aktığını keşfe çıkar.
“Her an ölümle yüz yüze kalabilirim. Ama yaşayabildiğim sürece ölümü karşılamağa gitmem gerekmez. Bir gün ister istemez ölümle karşılaşacağım; bu önemli değil. Önemli olan benim yaşamamın veya ölümümün başkalarının yaşamını nasıl etkileyeceği,” der.
Behrengi, bilgeliğe ve özgürlüğe giden engebeli yolda adeta coğrafyalar ve zamanlar ötesine cesaret aşılar.
Tıpkı Richard Bach’ın o efsane öyküsü Martı Jonathan Livingston'da “Dünyada en zor şey neden bir kuşu özgür olduğuna ikna etmektir?” diye sorgulaması gibi... Martının yaşadığı deneyim ona, “yalnızca kemik ve tüylerden oluşmadığını, özgürlüğün ve uçuşun sınır tanımayan yetkinliğini taşıdığını” öğretmiştir.
Ne de olsa, “en yüksekten uçan martı, en uzağı gören” değil midir?
Belki sadece bir martı, belki sadece bir balık, belki sadece sokaklarda mollaların bağnaz rejimine kafa tutan kadınlar ve erkeklerin güç birliği... Biri özgürce uçmak, diğeri özgürce yüzmek, ötekiler ise saçlarını rüzgârda özgürce savurup savurmama kararını kendi vermek istiyor. Çünkü biliyor ki başını zorla açtırma kadar kapattırma da aynı hak ihlalinin iki farklı yüzüdür.
Sonuçta kanatların varsa uçabilirsin, yüzgeçlerin varsa yüzebilirsin sonsuzluğa dek. Sesin, soluğun ve cesaretin varsa, kadınlara karşı ahlak polisinin uyguladığı baskı rejimine karşı çıkarsın. Çünkü bilirsin ki kimliğin İran devleti tarafından ahlak kisvesi altında iktidarını perçinlemek ve seni baskı altında tutmak adına kırk yıldır kullanılıyor ve sen de bu süreç içerisinde birçok kitlesel protestoda yer aldın, yer almaya da devam ediyorsun.
Kendinden sonraki kadın mücadelesine trajik ölümüyle yaşam veren Amini’nin başına gelenin herkesin başına bir gün gelebilecek olması karşısında o çok sevdiğin ülkeni, beraber yaşadığın toplumunu, doğuştan kazandığın haklarını savunuyorsun.
Dövüleceğini, başından vurulabileceğini, gözaltına alınabileceğini ve hatta öldürülebileceğini bile bile kendi bedenin üzerinde doğuştan gelen denetim hakkını geri kazanmak istiyorsun.
Tek derdin başörtüsü değil. Adeta “özgürlük senin neyine!” diyen devletin senin ve hemcinslerin üzerinde kurduğu, Büyük Birader’in seni ve bedenini sürekli paranoyakça izlediği sınırsız baskı, güç ve denetimden çok bunaldın.
Fransa’da burkanın yasaklanması da, Hindistan’ın bazı eyaletlerinde başörtüsü yasağı ve İran’da zorunlu örtünme kuralı da özü itibariyle benzeşiyor. Bu yüzden de bu kadın itirazına başörtülüler de katılıyor, erkekler de... Tam da bu yüzden İranlı yönetmen Bahman Ghobadi, Türkiye’deki sanatçı dostlarına “desteğinize ihtiyacımız var” çağrısında bulunuyor.
Yedi yaşından beri örtünmeye zorlanan, yaşam sınırları önceden çizilen kız çocuklarını, kendi kararlarını kendilerinin verdiği bir ortamda büyütmek istiyorsun. Sokağa her adım attığında seni kırk yılı aşkın süredir gölge gibi izleyen ahlak polislerine, otobüslerde saçının teli gözüktü diye senin fotoğrafını çeken muhbirlere karşı içinde biriktirdiğin öfkeyi durduramıyorsun. Büyüyor da büyüyor içinde.
“Düzgün giyin, başörtünü tak, git evinde istediğin gibi giyin” diyen din adamına, “Sana ne! Burası benim ülkem. Kendi memleketimde başörtüsü takıp takmayacağıma ben karar veririm. Burası hapishane mi?” demeye başlıyorsun korkusuzca.
Nasıl ki martılar sadece yemek bulmak için uçmazlar, insanların da tek amacı yaşadığı toplumun dayattığı tekdüze sınırlar ve gelenekler dahilinde nefes almak değildir. Özgürlük, yaşamın doğasında var. Martı Jonathan’ın sesine kulak veriyorsun: “Bilgisizlikten sıyrılıp çıkabiliriz, kendimizi mükemmel, zeki ve yetenekli yaratıklar haline getirebiliriz. Özgür olabiliriz! Uçmayı ögrenebiliriz.”
On yıllardır büyük bir baskı rejimi karşısında bir hemcinsin saçının teli gözüktü diye polis şiddeti sonucu ölüyorsa, sen de başka birilerinin kalkıp “seni kurtarmaya” çalışmasını önlemek için saçlarını kendin kesip haklarını talep ediyorsun. Çünkü “bir başkaldırma, ancak saçlarından tutulur”, bunu okumuşsun Turgut Uyar’ın dizelerinden.
Bu sorun, İran’a daha fazla ekonomik yaptırımla çözülemeyecek kadar derin ve kapsamlıdır, bunu biliyorsun. Yaptırımlardan en ağır etkilenenlerin de toplumun en kırılgan kesimleri olan kadınlar, işçi sınıfı ve etnik azınlıklar olduğunun da farkındasın.
Kadının özgürleşmesi adına, dünyanın ta diğer ucundan gelen yaptırımlar, kadının evine ekmek getirmesini, akşam ayran aşı çorbası pişirmesini önlemekle kalmaz, ayrıca baskıcı rejimleri ve sertlik yanlılarını korku tellallığı yapmak suretiyle daha da güçlendirir. İbrahim Reisi’nin yeniden seçilmesinin ardındaki korku ikliminde Trump’ın askeri müdahaleleri ve baskı amaçlı yaptırımlarının olduğunu biliyorsun, bunu bizzat yaşadın.
“Ben hayatı, yaşamak için değil, matem içinde sonsuz bekleyişe göre düzenlenmiş Acem ülkesinde nafile zamanlar bekledim... Severek ve ümit ederek... Bize çok benzeyen, bir uçtan diğerine savrulan kültürleri içinde hiç yabancılık çekmedim. Bize hiç benzemeyen toplumsal bezginliklerine yabancı kaldım. Büyük bir coşku ile gittiğim ülkeden derin bir hayal kırıklığı ile ayrıldım. Kolayca halledilebilecek, insana dair nice sorunun Kafdağı'nın arkasına gömülmesini, sosyal özgürlüklerin beş para değeri olmamasını hüzünle izledim,” diyen Şafak Pavey’in “Nereye Gitsem Gökyüzü Benimdir” adlı kitabının hüzünlü satırlarında, genç bir insani yardım görevlisi olarak İran’daki gözlemlerinde kendini, bir parçanı buluyorsun.
Bundan sekiz yıl önce, Matematiğin Nobel’i sayılan Fields madalyasını alan ilk kadın olarak Tahran doğumlu Meryem Mirzahani’yi, Nobel barış ödülü sahibi Şirin Ebâdî’yi örnek alıyorsun.
Sarı saçlarını en masum edayla toplayıp Mahsa Amini protestosuna katılan ve göğsüne ve boynuna isabet eden kurşunlarla katledilen Hadis Najafi’nin özgürlük haykırışını, aynı protestolarda hayatını kaybeden erkek kardeşi Javad Heydari’nin cenaze töreninde saçlarını makasla kesip tabutunun üzerine koyan ablanın feryadını kalbinde duyumsuyorsun.
Bir yandan da Batı’da aynı patikalardan geçmiş Virginia Woolf, Simone de Beauvoir, Afife Jale, Marie Curie, Türkan Saylan, Rosa Luxemburg, Margaret Sanger, Indira Gandhi, Eva Perón, Benazir Butto ve daha nice kadın, bu mücadelende güç veriyor sana.
Rüzgârda saçının uçuşmasının veya küpelerinin sallanmasının doğal bir şey, iki LGBTQ aktivisti kadının, “yeryüzünde fesat çıkarmak” suçundan idama mahkûm edilmesinin çağdışı bir şey olduğunun farkındasın.
İran’da yetişmiş en önemli şairlerden Füruğ Ferruhzad’ın dizelerinde hayat buluyor özgürlük nefesin. 32 yaşında hayata şüpheli bir trafik kazası sonucu veda ettiğinde, mollalar onu da “ahlaksızlıkla” suçladığı için, cenaze namazını kıldırmak istememişlerdi. Başka bir yazar devralmıştı o yüzden bu veda görevini. Geleceğe umutla bakarken, “karanlığın sonundan” söz ederdi Füruğ vaktiyle, “kuş ölür, sen uçuşu hatırla” derdi.
Yaşadığı toplumda aldığı yaraların ruhunu hissizleştirdiğinden dem vuran Füruğ’un “Ah, bir güvercin gibi kanatlarım olsaydı. Uçar ve huzurlu olurdum. Çünkü şiddeti ve kavgaları gördüm. Bu dünyada çok acı çektim” şeklindeki dertleşmeleri yankılanırdı karanlıkları delmeye çabalayan aydınlıklarda.
Aştığın bu psikolojik eşiğin verdiği güçle, İran’da rejime net bir mesaj veriyorsun. Beyaz Çarşamba’lardan beri giderek güçlenen bir şekilde artık yanında sana güç veren çok daha kararlı ve örgütlü bir aktivist kadın hareketi var.
Elbette bugünden yarına topyekûn bir dönüşüm beklenmiyor; ancak İran’da zorunlu başörtüsü uygulamasına dair tartışmalar yeni bir yön aldı ve artık geri dönüşü yok. İran’da kadınlar birer “kurban” değil, dönüşümün taşıyıcısı olduklarını gösterdiler.
Onca kadının ölümü ve özgürlüklerinin ellerinden alınması karşısında sorumluların had bildirmek veya tüm bunları “düşmanın kaos çıkarma gayreti” olarak nitelendirmek yerine topluma hesap vermesini istediler.
Bu gerilimin düşürülmesi ise, kadınların insan haklarına saygıyla ve özgürlük alanlarını genişletmekle mümkün; göstericileri bastırmak için polis gücü kullanarak zaman kazanmakla değil. Yoksa uzmanlara göre Tunus’ta 2010 yılı aralık ayında kendisini yakan sokak satıcısı Mohamed Bouazizi’ye benzer bir kitlesel protesto dalgasının yaşanması an meselesi.
Kadının insan hakları dünya çapında saldırı altındayken İranlı kadınlar tüm cesaretleri ile bu mücadelenin ön saflarında yer alıyor.
İran’daki kadınların çığlıkları, Afganistan’da Taliban’ın kadın düşmanı yönetimi altında baskının her türlüsünü, hatta bu yılki 14. Uluslararası Hrant Dink ödülünü alan insan hakları aktivisti Shaharzad Akbar’ın tanımıyla “toplumsal cinsiyet apartheidi”ni yaşayan Afgan kadınlara da güç oluyor. Laikliğin ve kadının insan haklarının önemini anımsatıyorlar.
Bir yandan da Batı cephesinde Arizona eyaletinde yüksek mahkeme üyelerinden bir yargıç, eyalette yapılacak neredeyse tüm kürtajlara yasak uygulanabileceğine karar verirken, Polonya’da kürtaj yasağının ardından “hamilelik kaydı” tartışılıyor. Başka coğrafyalarda da küçük kara balıkların bedenlerine dair kararların önüne setler çekiliyor.
Dolayısıyla mesele ne başörtüsü, ne etek boyu. Mesele, en temel ve evrensel özgürlüklerin kullanımı...
Dilerim ki o iyi kadınlar bu mücadeleden yorulup o güzel martıların kanatlarına ve küçük kara balıkların sırtlarına atlayarak uzaklara gitmesinler ve biz de kendi başımıza demirin tuncuna kalmayalım.
Ve aynı gökyüzünün altında onlara “asla yalnız yürümeyeceksiniz” diyebilelim.
Ve siz siz olun, Füruğ’a kulak verin, “Güvercinin ruhunu vahşi hayvanlara emanet etmeyin.”