İranlı yönetmen Nader Saeivar: İran’da aldığın nefes bile politiktir
"Sonu Yok" filminin İranlı yönetmeni Nader Saeivar filmin kendi yaşamından izler taşıdığını belirterek, "Kendi yaşamımda gördüğüm baskıların vesilesiyle böyle bir hikâye yazdım" dedi.
12'inci Suç ve Ceza Film Festivali kapsamına gösterilen "Sonu Yok" filminin İranlı yönetmeni Nader Saeivar ile filmi ve İran sinemasının son dönemini konuştuk. Nader Saeivar, şu an hapiste olan Cafer Penahi’nin de çalışma arkadaşı. Bu filmin senaryosunu da birlikte yazmışlar. Daha önce Cafer Penahi’nin Cannes’da En İyi Senaryo Ödülü alan "3 Faces" filminin de senaristlerinden biri Nader Saeivar’dı.
Bu vesile ile İran’daki politik sinemanın durumunu ve yükselen sokak protestolarını da konuştuk.
'FİLM KENDİ YAŞAMIMDAN İZLER TAŞIYOR'
Türkiye’ye hoş geldiniz. Suç ve Ceza Film Festivali kapsamında yeni filminiz "Sonu Yok" ilk defa Türkiye’de gösterildi. Filminde evi olmayan bir çiftin yaşadıklarını İran’ın politik atmosferini vererek anlatıyorsunuz. Hem İran’ın konut sorununa değiniyorsunuz hem de devlet mekanizmasının bireyleri muhbirleştiren yapısı üzerinden sert bir sistem eleştirisi yapıyorsunuz. Filmin bu hikâyesinin nasıl ortaya çıktığından bahseder misiniz?
Film kendi yaşamımdan izler taşıyor. Son yıllarda politik problemlerle uğraşıyorum. Üniversitede ders veriyordum artık veremiyorum, televizyonda çalışmam yasaklandı. Kendi yaşamımda gördüğüm baskıların vesilesiyle böyle bir hikâye yazdığımı söyleyebilirim.
Filminin temel motivasyonlarından biri konut sorunu. Mülkiyet problemi. İran’da genel bir konut sıkıntısından bahsedebilir miyiz? Durum nasıl?
Evet bu kesinlikle büyük bir problem. 30 yıldır para biriktirip ev almaya çalışan arkadaşlarım var, sürekli fiyatlar yükseldiği için konut alamıyor insanlar. Paranın değeri sürekli düşüyor. Tahran’da ev satıp ABD’de ev alabilirsiniz, konut az ve çok pahalı.
Senaryoyu ne kadar zamanda yazdınız? Cafer Penahi’yle nasıl bir çalışma rutininiz oluşuyor filmlerin senaryolarını yazarken?
6-7 ay sürdü senaryoyu yazmamız. Ben hikâyenin kısa bir halini Cafer Penahi’ye okudum, o da bu hikâyeyi beğendi ve ana hatlarıyla yazmamı istedi. Sonra birlikte üstüne çalıştık ve diyalogları yazdık. Karşılıklı konuşarak diyalogların doğal olmasını sağladık.
İlk filminiz "Namo"da da politik bir atmosfer anlatıyordunuz. Orada bir ailenin yabancısı oldukları kentte yaşadıkları toplum baskısına eğilmiştiniz. Bu filde ise doğrudan devlet baskısına odaklandınız. Bu yaklaşımını sürdürebilir buluyor musunuz? Politik filmler çeken yönetmenlerin akıbetini de düşününce politik problemleri sinemaya sürekli olarak taşıyabilmek İran’da sizin için mümkün olacak mı?
Artık İran’da aldığın nefes bile politiktir. Bir sigara almaya bakkala gittiğinde bile kısa bir politik sohbetten sonra alışveriş yapabilirsin. Artık sadece yazarlar, yönetmenler vs. değil hayatın her alanındakiler son derece politikleşmiş durumda. Çektiğim filmler hayatın doğal akışı içinde kaldı artık.
İlk filminizle yine Suç ve Ceza Film Festivali’nde yarışmış ve En İyi Film Ödülü’nü almıştınız. Bu filmin festival süreci nasıl oldu?
İlk gösterimini bu yıl Busan Film Festivali’nde yaptık. Şimdi Suç ve Ceza Film Festivali’ndeyiz. Buradan da Hindistan’daki Gua Film Festivali’nde gideceğiz. Daha sonra İtalya ve Fransa’daki film festivallerinden davet aldık.
Film bizim için yabancı bir atmosfer sunmuyor. Konut sorunu ve politik baskılar ülke olarak yabancısı olduğumuz konular değil. Kore’de nasıl karşılandı film? Onlar için film anlaşılır oldu mu?
Kore'ye dokuz saat uçak yolculuğu yaparak gittim. İran'da sokak protestolarının çok yoğun olduğu günlerdi. İndikten sonra Kore’dekiler bana gün gün İran’da neler olduğunu söylediler. Ben uçaktayken gelişen olayları bile bana söylediler. Artık dünya küçüldü, herkes her yeri takip ediyor. Hiç yabancılık çektiklerini hissetmedim filmimden. Ama kültürel farklılıklar olabiliyor. Sözgelimi, filmde erkeklerin bir evde buluşup içki içip müzikle dans ettikleri bir bölüm var. Koreliler bu sahne için erkeklerin eşcinsel olup olmadıklarını, neden kadınların olmadığını sordular. İran’da bar kültürü olmayınca erkekler de bir şeyler içip eğlenmek için de bir evde toplanabiliyorlar. Bu Koreliler için yabancısı oldukları bir durumdu.
Bu film devlet izniyle çekilmiş bir film değil. Daha önce Muhammed Resulof’un "El Yazmaları Yanmaz" filmi gibi. Daha sonra Resulof’un pasaportuna el koymuşlardı. Şimdi de hapishanede. Sizin için bu durum ne gibi sorunlar doğuracak?
Bu film izinle çekilmedi evet, yani yeraltı sineması örneği. Seti kaçak olarak kurarak çekip yurtdışında, Türkiye’de post prodüksiyon aşamalarını hallettik. Baskılar yaşıyorum bu konuda tabii ki. Senaryosunu Cafer Penahi’yle yazdığım, onun yönettiği filmi "Üç Yüz", Cannes Film Festivali’nde gösterilip En İyi Senaryo Ödülü’nü aldı ama pasaportuma el koymuşlardı. Ödül almaya gitmeme izin vermediler.
Daha sonra kendi filmimi çektim. Film izni alamadım. Pasaportuma daha sonra kavuştum. Bu filme de izin vermeyeceklerdi. Ben yine de çektim. Size yeni bir haber vereyim, şu dönemde izinsiz yeraltı sineması örneği olarak 15 civarı film çekiliyor İran’da. Bu filmlerde kadınlar örtünme kuralına da uymuyorlar. Ali Ahmadzadeh’nin fragmanı yayınlanan filmi bunlardan biri mesela. İran dışındaki filmler gibi çekiliyor bu filmler. Üstelik meşhur oyuncular da bu filmlerde oynuyor. Çok sayıda yönetmenin sosyal medyada açıklamaları var. Artık örtünme kuralıyla film çekmeyeceğiz diye.
'CAFER PENAHİ BANA UNUTULMAZ BİR ÖĞÜT VERDİ'
Cafer Penahi’yle nasıl çalışmaya başladınız? Sizin sinemanızda Cafer Penahi’nin nasıl etkileri olduğunu söyleyebiliriz?
16 yaşımdan beri kısa filmler çekiyorum. İlk dönemde çektiğim ürünler özgün ve yaratıcı filmler değillerdi. Bir yol gösterenim olmamıştı. İlk sinema eğitimimi yaygın bir sinema eğitim kurumu olan İran Gençler Sinema Derneği’nde aldım. Daha sonra Tahran’da üniversite eğitimi aldım. Lisansım tiyatro, yüksek lisansım sinema üstüneydi.
Sinemaya kısa filmler çekerek başlamıştım. Çok sayıda kısa filmim var ve bu filmler özellikle dini festivallerde çok sayıda ödül aldı. 12 tane kısa filmim var bu çerçevede. Evimin büyük kısmı bu filmlerden aldığım ödüllerle doluydu. Gençliğimde bu ödüllerden aldığım paralarla geçiniyordum. Sonra bir gün bu ödüllerin hepsini toplayıp bir torbaya koyup attım. Artık böyle filmler çekmek istemiyordum. Dedim ki ‘Bu Nader artık öldü. Yeni bir Nader doğmalı.’ Bu festivaller de geçirdiğim dönüşümü bilmeden hâlâ bana mail atıyorlar başvuru yapmam için.
Oturdum başka bir film yazıp yönettim, Cafer Penayi’ye yolladım. O dönem televizyona basit diziler çekerek geçiniyordum. Cafer Penahi filmimi beğendi ve Tebriz’e geldi, tanıştık. Yıl 2015’ti. Sonra birlikte çalışmaya başladık. Senaryo çalışmaları yaptık. Köyleri gezdik İran’ın Kuzey bölgesinde, İran Türklerinin yaşadıkları yerlerde Cafer Penahi’nin ailesinin de doğduğu yerlerde, benim yaşadığım Tebriz’in çevre köylerinde dolaştık. Bu yolculuklarımızdan "Üç Yüz" filmi çıktı ortaya. Daha öncesine dayanan bir dostluğumuz yoktu. 2015’te tanıştık, dost olduk ve birlikte senaryo yazmaya başladık. Daha sonra benim ilk uzun metraj filmimde de bana hocalık yaptı. Çekim planlarında bana alternatif öneriler sundu. Dekupaj üstüne çalıştık. Anladım ki Cafer Penahi’yle çalışmadan önce çok standart bir sinema yaklaşımım varmış. Cafer Penahi benim ufkumu açtı. Bana unutulmaz bir öğüt verdi: Her sekansı yaşamında son sekans gibi çek. Bunu kendime rehber edindim.
Cafer Penah, Abbas Kiyarüstemi’nin asistanıydı ama ilk filminden itibaren Kiyarüstemi’ye benzemeyen bir sinema yaklaşımı ortaya koydu. Sizin filmleriniz de Penahi’nin filmlerine benzemiyor. Penahi size kendi sinema üslubunu geliştirmeniz için neler önerdi?
Evet kimse benim filmlerimi Penahi’nin filmlerine benzetmiyor. Benim farklı bir bakış açım var. Penahi’nin en önemli öğüdü ‘kendi yaşamının filmini çekmelisin’ olmuştur. O yüzden ben Penahi’nin sinemasını taklit eden bir çizgide olmadım. Kendi yaşam mücadelemi sinemaya taşımaya çalışıyorum.
İran sinemasının dönüşümünü nasıl görüyorsunuz? Devrim öncesinden Devrim sonrasındaki kırılmaya artık farklı dinamikler oluştu. Yaşanan dönüşümü nasıl yorumluyorsunuz?
Bence en önemli dönüşüm sinemanın yerel özellikleri yansıtmaya başlamışıyla yaşandı. Bu ilk defa İran’ın Kürt bölgesinde ortay çıkmıştı. Bahman Ghobadi’nin "Sarhoş Atlar Zamanı" filmini önemli bir kırılma olarak görüyorum. Şimdilerde Azerbaycan bölgesinde aynı kırılma yaşanıyor ve bu bölgenin yönetmenleri kendi yaşamlarını yansıtan filmler çekiyorlar. Daha önce şehirden giden yönetmenlerin yansıttığı bir köy vardı. Artık kırsal hayat ve Tahran dışındaki yaşam oralı yönetmenler tarafından yansıtılıyor. Ben de kendi sinemamı İran sinemasına dahil görmüyorum. Ben, yeni oluşan İran Azerbaycan bölgesi sineması içinde bir sinema anlayışını temsil ediyorum. Tebriz’de yaşıyorum. Tahran’da sinema çevrelerinde çok tanındığımı bile düşünmüyorum.
'DİL İNSANIN EVİDİR'
Ben de tam bu noktaya gelmek istiyordum. Artık yeni bir akım var. Çok dilli bir sinema oluştu. Bu ilk defa Kürtçe filmlerle başlamıştı. Artık Azerbaycan Türkçesi filmler de çoğaldı. Yakın zamanda kaybettiğimiz Asghar Yousefinejad’ın yönettiği 2017 yapımı "Ev", İsmail Monsef’in çektiği "Kömür", Rıza Cemali’nin ilk uzun metraj filmi olan "Ölmeyen Yaşlılar", Bahram ve Bahman Ark Kardeşler'in "Soğuk’ ve ‘Post" filmleri Azerbaycan Türkçesinde çekilen uzun metraj filmler. Sizin filminiz de Tebriz’de konuşulan Türkçeyle çekilmiş. Bu yeni dinamik ne gibi değişiklik yapacak sizce?
Filmler Farsça dışında çekilince oyuncu bulmakta zorluk çekiliyor. Ama inandırıcı olmak için herkes öz dilinde konuşmalı. Bu, sinema için gerekli. Daha önce Farsça konuşarak çekilen Azerbaycan bölgesinde geçen filmler inandırıcı gelmiyordu bana. Mesela benim filmimde gördün, bir yerinde ‘anandan emdiğin süt burnundan gelir’ diyor karakter, bunu Farsça söylediğinde hiçbir anlamı kalmayacaktı. Farsça dışındaki dillerde film çekilmesinde devletin de bir engeli yok. Benim filmim izinsiz çekildi ama sizin saydığınız filmler izinli filmler, dil bir sorun değil İran’da sinema için.
Herkesin kendi dilinde film çekmeye başlaması İran sineması konularını da zenginleştirdi. Eskiden İran sinemasında Türk imajı ya da Kürt imajı oldukça sınırlı ve belli imajlardı. Artık Kürtler ve Azerbaycan Türkleri kendi yaşamlarını, kendi dillerinde sinemaya yansıtmaya başladıklarında zengin bir karakter ve konu çeperi de oluştu sanki ne dersiniz?
Evet ‘dil insanın evidir.’ İnsan en çok kendi evinde rahat eder. O dilde en iyi üretimini yapar. En profesyonel yönetmen bile öz dilinin dışına çıktığında zorlanacaktır. Bu yüzden İran’da konuşulan dillerde sinema yapılması oldukça faydalı.
'İKİNCİ BİR SURİYE OLACAĞIZ GİBİ GÖRÜYORUM, UMARIM YANILIRIM'
İran’da son dönemde yükselen toplumsal hareketlilik için neler söylemek istersiniz? Orada yaşayan ve politik filmler çeken bir yönetmen olarak nasıl görüyorsunuz İran’ı?
İran’da bugünden yarına ne olacağını söylemek zor, her şey bir anda değişebiliyor. Şah’ın devrilme sürecinde farklı örgütler ve liderler vardı. Bu devrimde hiç lider yok. Bu yüzden çok umutlu değilim ve İran’ın geleceğini çok iyi görmüyorum. Bunu söylemek hiç içimden gelmiyor ama sanki bir iç savaşa doğru gidiyor süreç. Şimdi olmasa da daha sonra başka bir hadiseden patlak verecek çatışmalar başlayacak gibi geliyor bana. İkinci bir Suriye olacağız gibi görüyorum. Umarım yanılırım ve huzur içinde daha özgür bir toplum haline geliriz.